İsa Taşçı
Türkiye’de AKP-MHP iktidarı, çekirdek kitlesinin dışındaki herkesi ‘terörist’ ilan etmiş durumda. Kürtlerle başlayan bu furya, zamanla sol-demokratik çevreleri, şimdilerde ise Cumhuriyet’in kurucu partisi olan CHP ve ırkçı MHP içinden çıkma milliyetçi İyi Parti de dahil tüm muhalefet partilerini, dahası kebapçıları, kâğıt toplayıcılarını da içine almış durumda. İktidar zorlandıkça bu yelpazesinin daha da genişleyeceği anlaşılıyor.
Çok uç örneklerin dışında, genel olarak müesses nizama karşı olan, hak ve özgürlük mücadelesi verenler mevcut iktidarlar tarafından ‘terörist’ olarak suçlanır. Bir başka deyişle terörist diye yaftalananlar genel olarak değişim taleplilerdir. Kürtler örneği bunu anlamamızı sağladı.
AKP-MHP iktidarının bu kadar büyük bir çoğunluğu terörist olarak yaftalamış olması, bu kesimlerin gerçekte Türkiye’de değişim istediklerini de ortaya koyuyor. Demek ki mevcut düzeni, ki bu AKP-MHP faşist iktidarı oluyor, değiştirmek isteyen bunca büyük bir toplumsal kesim var. Bu kadar farklı karakterde toplumsal kesimin benzer taleplerle bir araya gelebiliyor oluşu, mevcut AKP-MHP iktidarının faşist olduğunun tartışılmazlığını ortaya koyuyor. Evet, Türkiye faşist bir iktidar tarafından yönetilmektedir ve her faşizmde olduğu gibi bu faşizme karşı da önemli bir toplumsal tepki oluşmuş durumdadır.
Peki, o halde eksik olan nedir? Bunca teşhire, tecride, güç ve meşruiyet yitimine rağmen bu iktidar neden hâlâ varlığını korumaktadır? Neden bu faşist iktidardan nemalanan çekirdeğin dışındaki tüm toplumsal kesimler istediği halde bu iktidar gitmiyor? Hiç kuşkusuz bunun cevabı topluma öncülük eden güçlerin duruşundan kaynaklanmaktadır. Yani objektif koşullar bu faşist iktidarın yıkılması için en olgun seviyede iken, subjektif koşullar gerekli öncülüğü yapacak çapta ve karakterde değildir.
Açmaz şuradadır ki, hemen herkes bu iktidara faşist dediği halde, iktidara karşı faşizme karşı mücadele eder gibi mücadele etmemektedir. Topluma öncülük ettiği iddiasında olanlar hem mevcut iktidara ‘faşizm’ demekte hem de demokrasi varmış gibi davranmaktadır. Halbuki faşizm, demokrasinin olmaması halidir. Mevcut durumda tutumu ve aldığı pozisyonla bu faşist iktidarı en fazla meşrulaştıran, başını Millet İttifakı’nın çektiği muhalefet blokudur. Toplumun öfkesini dindirerek, iki yıl sonra yapılacak bir seçimle bu iktidardan kurtulacaklarını söylemektedir. Toplumun dayanamadığı bu faşist iktidara iki yıl daha katlanılması gerektiğini salık vererek faşizmi yaşatıyor. HDP’nin öncülük ettiği ve kendisini ‘üçüncü yol’ olarak tanımlayan devrimci-demokratik muhalefet ise faşizme karşı mücadelede hangi taktikleri ne düzeyde kullanacağı muğlaklığını yaşadığından öncülük rolünü potansiyeli ölçüsünde oynayamamaktadır.
Muhalefet cephesinde yaşanan bu yetmezliklerin yanı sıra mevcut durum, bir diğer yetmezliği de tüm çıplaklığıyla ortaya koymaktadır. O da temsili demokrasinin gerçekte demokrasi değil de demokrasicilik oyunu olduğudur. Türkiye’nin de esas aldığı temsili demokrasilerde halk dört veya beş yılda bir yönetimi seçmek üzere sandık başına gider ve ülkeyi kimin yöneteceğini belirler. Halkın istediğini değil de önüne konulanı seçmek zorunda olmasının yarattığı demokrasi karşıtlığı bir yana, seçilmişler seçildikten sonra yeni bir seçime yani dört veya beş yıla kadar da değiştirilememektedir. İşte temsili demokrasiyi demokrasicilik oyunu yapan da esas olarak bu oluyor.
Halk sandığa gidip yöneticiyi seçtiğinden ülkeyi ve yereli yönetenin kendisi olduğunu sanıyor. Aslında halk bunun böyle olmadığını seçimlerden kısa bir süre sonra anlıyor, ama demokrasicilik oyunundan nemalanan egemenler farklı bir demokrasi anlayışı yokmuş algısı oluşturuyor. Böylelikle “egemenlik kayıtsız şartsız milletin” oluyor. Halbuki egemenlik kayıtsız şartsız bir şekilde seçilmişte oluyor. Halk bir kere seçtikten sonra artık istemese de egemenlik seçilmişte oluyor. Tıpkı seçilen Hitler’de olduğu gibi. Tıpkı seçilmiş Erdoğan’da, Esad’da vb. olduğu gibi. İşte mevcut durumda Erdoğan’ın halkın ezici çoğunluğu istemesine rağmen değiştirilememesinin nedeni budur. O halde nerede egemenlik kayıtsız şartsız milletindir, lafı. Demek ki gerçek öyle değilmiş.
Eğer gerçekten de egemenlik kayıtsız şartsız milletinse, o halde sistemi de buna uygun hale getirmek gerekir. Mevcut sistem egemenliği kişilere vermektedir. İlkelerde buluşmanın en fazla tartışıldığı ve gerekli olduğu günümüzde demokrasicilik oyununa son verecek ve gerçek bir demokrasinin inşasını sağlayacak söylem ve eylemlere ihtiyaç vardır. Aksi takdirde yeni tek adamların veya despotların çıkmayacağının garantisi olamaz.
Açık ki demokrasi anlayışında köklü zihniyet değişimine ihtiyaç vardır. Toplumun politika yapma hakkını birilerine devrettiği temsili demokrasiden bizzat söz söylediği, tartıştığı, karar aldığı ve aldığı kararları uyguladığı radikal-doğrudan demokrasiye geçiş her şeyin çözümüdür. Böylesi bir demokraside seçilmiş, amir değil memurdur ve görevlerini yerine getirmemesi halinde toplumun onu geri çağırma yetkisi günceldir. Bu demokraside politikayı yapan bizzat toplumdur ki bu da ancak merkezi değil, yerel demokrasiyle mümkündür. Programında yerel demokrasiye yer veren HDP’nin kangrenleşmiş tüm sorunları çözecek bu argümanını, büyük bir ihtiyaç olduğu halde, herkesin anlayabileceği bir dille neden daha etkili bir şekilde savunmadığını anlamak zor. Halbuki aranan tüm çözümler bu demokrasi anlayışındadır ve o da HDP’dedir.