İnsanlık tarihinin çok uzun döneminde ‘toplumsal uyum’ diye bir sorun yaşanmadı… “Uyum” sorunu, insan toplumlarının ezen-ezilen, sömüren-sömürülen, egemen olan- egemenlik altında olan ayrışmasıyla, başka türlü söylersek, toplumun antagonik sınıflara bölünmesiyle başladı. O dönemden sonra ezilen ve sömürülen sınıflar, kendilerine dayatılan eşitsiz statüye karşı direndiler.
Tarihin ondan sonraki dönemi, ‘sınıf mücadelelerinin tarihi’ olarak yaşandı… İnsanlar, hakları, özgürlükleri, haysiyetleri için mücadeleden hiç geri durmadılar. Lâkin tarih egemenler tarafından yazıldığı için, mazlumların çığlığı pek duyulmadı… Egemenlerin ideolojik uşakları tarafından yazılan tarih hiçbir zaman “resmi tarih” olmanın ötesine gidemedi… [1].
Şimdilerde artık çökmekte alan ‘dünya sisteminin’ eni-sonu 500 yıllık bir geçmişi var. Başka türlü söylersek, ‘modern zamanlar’ denilen aslında uzun insanlık tarihinde küçük bir parantez. Ve o parantez kapanmakta… Bugünkü sistemin gerisinde üç büyük devrim vardı: Modernite Devrimi [aydınlanma], İngiliz Sanayi Devrimi ve büyük Fransız Devrimi.
Modernite, insan tarihini yapar, aklıyla şeylerin seyrini değiştirebilir anlamındadır ki, geleneksel ideolojiden radikal bir kopuş demeye geliyordu. Fakat modernite kapitalizmle az-çok aynı dönemde ortaya çıktı ve kapitalizm tarafından ilerici, özgürleştirici [emansipatris] özü aşındırıldı ve kapitalist moderniteye dönüştü… İngiliz Sanayi Devrimi ekonominin üzerinde yükseleceği ekonomik temeli oluşturdu. Fransız Devrimi de ondan sonra politikanın nasıl yapılacağını vazetmişti. Eski rejimler [Acién Régimes] yıkılınca ve eski egemenler sahneden çekilince, bundan sonra kim yönetecek sorusu gündeme geldi…
İşçiler yönetemez, zira cahildirler, köylüler yönetemez, bu işten anlamazlar, kadınlar yönetemez cahildirler, duygusaldırlar, kolay etkilenirler, kolay yönlendirirler dendi… Geriye ‘eğitimli’ ve parası olanlar, asgari bir servete sahip olanlar, yani burjuvalar kalıyordu. Kimin yöneteceği böylece netleşince sıra, o halde nasıl bir yönetim şekli olacak, yönetimin modalitesi nasıl olacak sorusu gündeme geldi…
Yönetim temsilcilerin işi olacaktı… Belirli aralıklarla yapılan seçimlerle yöneticiler belirlenecekti… İşte, ilerleyen dönemde geçerli olacak yönetim şekli böyle oluşturuldu. Başlarda seçenler de seçilenler de burjuvalardı. İlerleyen dönemde işçi sınıfının, daha genel olarak ezilenlerin mücadelesiyle seçme ve seçilme hakkı önce erkek işçilere ve köylülere, daha sonra da kadınlara doğru genişledi, genel oy hakkı, seçme ve seçilme hakkı belirli bir yaşın [18-20,vb.] üstündeki herkese tanındı. Egemen sınıflar, genel oy hakkını, işçi sınıfının “zararlı sınıf” olmaktan çıktığına kani olduklarında tanıdılar. Netice itibariyle ezilen-sömürülen sınıfların, tam bir sirk oyunu olan ‘demokrasi’ oyununa dahil edilmeleri, şeylerin seyri üzerinde etkili olamadı…
Geride kalan dönemde insanlar belirli aralıklarla [4-5 yıl] sandığa gidip oy attılar ama kullandıkları oyun reel bir karşılığı yoktu. Oy kullanarak hep oyuna geldiler… Sömürü düzeni böylece bir meşrulaşma zeminine kavuşmuştu… Seçimlerle yöneticiler değişiyor gibi oluyordu ama yönetim hiç değişmiyordu… Zaten değişmesin diye yapılıyordu… Geride kalan zamanda seçimler, sömürü düzeninin sürekliliğini sağladı. Egemen burjuva sınıfı, oligarşiler, plütokrasiler, böylece ‘kolay yönetmenin’ etkin bir yolunu keşfetmişlerdi…
Aslında demokrasi oyunu kitleleri aldatmanın, oyalamanın bir aracı olmanın ötesine hiçbir zaman geçemedi… Kavramın gerçek anlamda demokrasiyle bir ilgisi yoktu. Bidayette temsilî demokrasi [gerçek] demokrasinin önünü kesmek için peydahlanmıştı… Zira, gerçek demokrasi, yöneten-yönetilen ayrımına izin vermezdi. Demokrasi halkın kendi kendini yönettiği rejimin adıdır. Halkın, halk tarafından, halk için yönetimi… Orada mesleği siyaset yapmak olan burjuva politikacılarına, profesyonellere yer yoktur. Demokrasinin gerçekleşmesinin koşulu, politika yapma işinin, şeyinin herkesin işi olmasını, her yurttaşın politik özne olmasını varsayar…
Egemenler tarafından sergilenen ‘seçim oyununun’ figüranı olmak değil… İşte, “batı demokrasisi”, “temsilî demokrasi” veya “burjuva demokrasisi” denilen böyle bir şeydi. Aslında bu dünyada ve kapitalizm koşullarında burjuva demokrasisi diye bir şey mümkün değildir… Zira demokrasi ve kapitalizm antinomik kavramlardır… Biri olursa diğeri de olmaz… Demokrasi insanlar arasında politik, ekonomik ve sosyal eşitliği varsayar ve bunlar arasındaki tamamlayıcılık ve karşılıklı belirleyicilik ilişkisi hayatî öneme sahiptir… Ulusal servetin ve gelirin [milli gelirin] %70’i ülke nüfusunun %1’nin cebine gittiği bir ülkede demokrasiden söz etmek abes değil midir? Bu yüzden demokrasi ve kapitalizm yan yana getirilmesi uygun olmayan kavramlardır. Zira, kapitalizm böler, kutuplaştırır ve dışlar.
Oysa demokrasi her türlü hiyerarşiyi ve ayrımcılığı reddeder… Öyle bir kabul, ‘burjuva demokrasisi’ diye bir şeyin mümkün olduğunu düşünmek, mülk sahibi sınıf olan burjuvazinin, kapitalist sınıfın kendiliğinden demokrat olabileceği anlamına gelir. Aslında burjuva demokrasisi denilen, emekçi sınıfların mücadeleyle kazandıkları, egemen kapitalist sınıftan kopardıkları sınırlı mevzilerin, hakların ve özgürlüklerin toplamından ibarettir… Lâkin bir şey var: O sınırlı haklar, özgürlükler dahi nihai kazanımlar değildir. Sınıfsal güç dengelerinin seyrine göre, her zaman geri de alınabilirler ve alınabiliyorlar…
Şimdilerde, ve kapitalizm bunama emareleri gösterirken, artık sahte sandık oyunu bile oligarşilere, plütokrasilere bol gelmeye başladı… Gerçi ‘eski oyun’ bitti ama yenisini kurmak da artık pek mümkün görünmüyor… Şimdilerde ‘olağanüstü hal’ modası başladı… Sistem sıkıştıkça, çözdüğünden daha çok sorun yaratır hale geldikçe, faşizmin veya baskı rejiminin değişik versiyonları gündeme gelmekte… Artık ellerinde baskıyı, şiddeti, devlet terörünü manipüle etmekten başka bir koz yok.
Zira, meşruiyetlerini kaybettikçe, yönetebilme yetenekleri de aşınıyor. Baskıya, şiddete, devlet terörüne sarılmalarının, temsilî demokrasiyi bile by-pass etmelerinin nedeni bu… Artık gelinen aşamada kapitalizmin ‘büyük insanlığa’ teklif edeceği bir şey yok… Bu yazıyı, yakın zamanda kaybettiğimiz değerli dostum Samir Amin’den kısa bir alıntıyla bitirelim: “Çağdaş kapitalizmin politik sistemi artık plütokratik bir sistemdir. Bu plütokratik sistem de “düşük yoğunluklu demokrasiye” dönüşen temsili demokrasiyle yetiniyor. İstediğinize oy atmakta özgürsünüz ama artık bunun bir kıymet-i harbiyesi yok zira, her şeyi belirleyen parlamento değil, piyasadır! Bu arada otokratik iktidar biçimleri ve bir sirk oyununa dönüşen seçimler de plütokrasinin hizmetindedir”…
Artık şeylerin ‘gerçeğini’ düşünmenin, şeylerin gerçeğine nüfuz etmenin ve gereğini yapmanın zamanı gelmiş olmalıdır… Bu dünyanın tüm zenginliğini üreten ama ürettiğine ulaşamayanların ellerinin hep armut toplaması mı gerekiyor?
(1) Bkz: Fikret Başkaya, “Neden Resmi Tarih?”, in Reel Atatürkçülük, Özgür Üniversite Kitaplığı, 2007, ss. 115-121 ve https://bianet.org/biamag/siyaset/11 5476-neden-resmi-tarih
(2) Samir Amin, V. Enternasyonal İçin, Çeviri: Fikret Başkaya, Özgür Üniversite Kitaplığı, 2007, s. 55