İnsanlık tarihine devlet dahil olduktan sonra, toplumlar da kendilerini sürekli bir adalet mücadelesi içerisinde bulmuşlardır. Devletten önce toplumların veya toplulukların adalet duygusuna bağlı kimi çelişki ve çatışmaları olsa da esas olarak sistemleştirilmiş, kural ve normlara bağlanmış bir adalet mücadeleleri yoktur. Bu bakımdan adalet mücadelesinin tarihini de devletli yaşam tarihiyle özdeş ele almak yanlış olmayacaktır. Devlet ise, demokratik uygarlık toplumunun yani genel ifade ediş biçimiyle doğal toplumun komünal mülkiyetinden sızdırma yaparak bireysel mülk edinen ve zaman içerisinde genel anlamda mülkiyetin karakter değiştirmesi üzerine şekillenmiş azınlık sınıflar eliyle inşa edilmiştir. Dolayısıyla devleti inşa edenler; önce üretim araçlarını sahiplenmiş, ardından ise halkların, toplulukların ve en genel anlamda üretenlerin artık ürününe el koymaya başlamışlardır.
Halkların, üretenlerin artık ürününe el koyanlar topladıkları her şeyi “olmayanlara paylaştıracaklarını” söyleyerek gasp ve hırsızlıklarını kamufle edip bir “rızalık” da yaratmışlardır.
Tarihin en eski devleti olan Sümer devlet inşasında rahipler tam da böyle bir rol oynamışlardır. Rahipler hem devleti inşa etmişler hem de devlet etrafında bir toplumsallaşma yaratmışlardır. Sümer rahipleri bir taraftan Zigguratı yani devleti inşa ederken, diğer taraftan da köleliği geliştirmişlerdir. İki karşı uç oluşmuştur. Kendi etraflarında oluşturdukları toplumsallaşmanın yetmediği yerde komşu halkların ürününe el koymaya başlamışlardır. Yağma, talan ve sömürü savaşları da böylece icat olmuştur. Dolayısıyla Sümer devlet icadından sonraki bütün toplumsal mücadelelerin en temel birleştirici, örgütleyici ve eyleme geçirici argümanı “adalet”, “eşitlik” ve “özgürlük” olmuştur. Bütün dinler, mezhepler, ideolojiler hep daha fazla adalet, eşitlik ve özgürlük vaat eder olmuştur. Çünkü devletle tanışan halklar, topluluklar ve sınıflar en başta bu üç kavramı kaybetmiştir.
Emeklerinin ürünü ellerinden gittikçe; toplumsal olarak bir arada yaşamalarının temel birleştirici ve kaynaştırıcı harçları olan adalet duygularını da çaldırmışlardır. Devlet, sadece artık ürün sızdırması yapmamıştır. Artık ürünle birlikte halkların, toplulukların bir arada var olmalarının temel harcını/mayasını da sızdırmıştır.
Onun içindir ki, “adalet”, “eşitlik” ve “özgürlük” mücadelesi hem tarihselleşmiş hem de evrenselleşmiştir. Hangi toplumsallık olursa olsun, hangi üretim alanı olursa olsun hepsinin ortak can alıcı sorunu adalet yoksunluğu olmuştur. Yani üretenlerin, emeğiyle var edenlerin yani hak edenlerin haklarıyla buluşamamalarının sonucu adalet mücadelesini geliştirmiştir. Türkiye toplumsallığında da adalet arayışı en temel mücadele gerekçesidir. Günümüzde devleti ele geçirmiş AKP-MHP iktidarı devlete daha fazla hakim oldukça adalet arayışı da aynı paralelde artmaktadır. Toplumun tüm sınıf ve katmanları, varlıklısından yoksuluna, tarlada üretenden atölyede imal edene, fabrikada üretene kadar tüm çevreler adalet yoksunluğundan yakınmaktadır. Ama ne hikmetse aynı adalet mücadelecileri kendilerinin dışında adalet arayanları görmemektedir. Sadece kendilerinin hakkının sızdırıldığını, çalındığını sanmaktadırlar.
Dolayısıyla bu durum bizi bir başka sorunla karşı karşıya getirmektedir. Yani adalet bilincinin ve duygusunun tanınmayacak kadar muğlaklaştığını, çözümlendikçe kendini daha tanınmaz kıldığını göstermektedir. Devlete, dolayısıyla AKP-MHP iktidarına yakınsan adalet isteyebilirsin, değilsen “teröristsin”. Gelir dağılımından yoksun kılınmış, emeği gasp edilmiş, neredeyse karın tokluğuna çalışmaya mahkum edilmiş, çağdaş köleliğe reva görülmüş Türkiyeli emekçilerin Kürt halkının hak mücadelesi karşısındaki tutumu tamamen budur. Türkiyeli emekçilerin ve emek örgütlerinin en temel ve acil görevi bu bilinç yitimini kırması gerekmektedir. Hiçbir inanç veya ideolojik oluşum toplumun adalet sorununu gündemine almadan kendisini var edememiştir. Sadece kendisini var etme de değil, bilince ve duygulara en dokunaklı kelimeleri adalet üzerinden üretmişlerdir. Ama hepsi de devletle tanışıp, iktidar koltuğuna oturduktan sonra ilk unuttukları kavram adalet olmuştur. İktidarın baş döndüren tılsımlı gücü bu unutturma işini başarmıştır. Unutmayanlar ise iktidarın gazabında bedel ödemişlerdir.
Devletin bireyle veya toplumla olan bağlarını ifade eden normlar, kurallar toplamı hukuk kavramını oluşturur. Devlet, kendi hukukunu geliştirdikçe kendi toplumsallığını hukuk cenderesine alır. Toplum ise, yürüttüğü adalet mücadelesi sonucunda elde ettiği haklarıyla yaşadıkça kendi toplumsallığını büyütüp geliştirebilir. Türkiyeli halkların kendi toplumsallıklarını var edip süreklileştirmeleri için ağır sömürü ve baskı koşullarında üreten ama hakkıyla bir türlü buluşamayan emekçilerin adalet mücadelesinde öncü güç olmaları gerekmektedir. Tarihten de biliyoruz ki, genel toplumsal mücadeleyle buluşturulamamış, demokrasi mücadelesiyle tamamlanmamış hiçbir mücadele başarıyla sonuçlanmamıştır.
Özellikle içinden geçtiğimiz koronavirüs salgınının ağır yaşam koşullarında daha fazla birleşik ve güçlendirilmiş bir mücadele gündemiyle genel mücadele örgütlendirilir ve eyleme geçilirse başarı mutlak olacaktır. Türkiye halklarının ve emekçilerinin böyle bir başarıya da ihtiyacı vardır.