Gerek NATO-Rusya savaşı gerekse Ankara’nın Kürtlere yönelik sömürge savaşının iç politikaya dönük yıkıcı sonuçları göz önünde tutulduğunda, demokratik muhalefetin savaşa ve militarizme dönük rejim ataklarına etkin bir barış atağıyla karşılık vermesi yakıcı bir gereklilik olarak ortaya çıkıyor
Ertuğrul Kürkçü
Türkiye ve ABD dışişleri bakanlıkları, 4 Nisan’da bir ortak ikili ilişkilerde Stratejik Mekanizma döneminin başladığını duyurdular.
Ortak açıklamada ABD Ticaret Bakanlığı Müsteşarı Marisa Lago’nun, Stratejik Mekanizma’nın ekonomik ve ticari boyutundaki iş birliğini geliştirmek üzere 5-6 Nisan 2022 tarihlerinde Ankara’yı ziyaret edeceği duyurulmuştu. Lago, önceki gün Ankara’ya geldi ve ilk iş “Avrasya Küçük Modüler Reaktörler Forumu’na katıldı.
Siyasi İslamcıların ABD ile yeni flört döneminin “nükleer reaktörler” üzerinden başlaması boşuna olmadığı gibi, hiç de hayra alamet sayılmaz. Ekonomik alandaki ilk adımı, uygarlığın kendisini kurtarmaya çabaladığı nükleer enerjiye yatırım arayışlarıyla başlayan bir ilişkinin sıra ortak açıklamada yer alan “savunma iş birliği” ve “terörle mücadele”ye geldiğinde militarizm ve savaşla süreceğini öngörmek için kâhin olmak gerekmez.
Türkiye ve ABD ilişkilerinde esmeye başlayan “bahar havası”nın kaynağında, gene ortak açıklamada yer verilen “bölgesel ve küresel meseleler”in oluşturduğu yeni iklim var. Ukrayna topraklarında süregiden Rusya-NATO savaşının stratejik gereksinimleri ve Irak’ta Şii blokunun yarılmasıyla değişen güç dengeleri çerçevesinde Bağdat ve Kuzey’de İran nüfuzunun geriletilmesi olanakları Ankara ve Washington’u bir kez daha birbirlerinin kollarına sürüklüyor.
“Bahar havası” mecazı yanıltmamalı. Bu, onların baharı. Ankara ve Washington arasında ne zaman “bahar rüzgarları” esse halkların başına taş yağar. Bu neredeyse bir tarih yasasıdır. Hatırlayalım, Kürtler Suriye’de DAİŞ ve rejimle mücadele ederek elde ettikleri çok değerli kazanımları, öz yönetim alanlarını, ABD’nin Trump ve Erdoğan arasındaki uğursuz yakınlaşma sonrasında “yeşil ışık” yaktığı Ocak 2018 Êfrin işgaliyle yitirmişlerdi. Bunu gene Trump’ın 2019’da sınır bölgelerini boşaltarak Ankara’nın önünü açtığı Girê Spî ve Serêkaniyê işgalleri izlemişti.
O dönemde Trump’ın Kürtler ve Kürdistan siyasetine cepheden saldıran müstakbel ABD Başkanı Joe Biden ise 15 Ekim 2019’da Donald Trump’ın, Suriye’nin kuzeyine BM Güvenlik Konseyi kararları uyarınca DAİŞ’le savaş maksadıyla konuşlandırılmış ABD birliklerini çekmesine -17 Haziran 2021’de Yeni Yaşam’da yazdıklarımı tekrar pahasına aktarırsam- şöyle karşı çıkıyordu: “Bu bir ABD Başkanı’nın dış politika bahsinde modern tarihte yaptığı en utanç verici şeydir […] Ben olsam birlikleri [Suriye’nin kuzeyinden] çekmezdim […] Buradaki asıl mesele Türkiye’dir. Ben olsam Erdoğan’la oturur yüzüne karşı yaptığının bedelini ödeyeceğini söylerdim. Bu bedeli öde.”
Dahası, aynı Biden ABD’de seçim yarışının kızışmaya başladığı Ağustos 2020’de Erdoğan rejimi karşısında muhalefetin güçlendirilmesini savunurken Türkiye’ye dönük olarak bugünkünden bambaşka dış politika hedefleri öne sürüyordu: “Muhalefetin liderlerini desteklediğimizi açık şekilde belirtmeliyiz. Açıkça pozisyonumuzun parlamentoda da yer edinmek isteyen Kürt nüfusun entegrasyonunu sağlamak olduğunu söylemeliyiz. […] Yaptıklarının bedelini ödemeli. […] (Erdoğan ve partisi) Dağıldı, İstanbul’da dağıldı, peki biz ne yapıyoruz? Oturup teslim mi olacağız? Yapacağım son şey ona Kürtler konusunda boyun eğmek olurdu […]”
Biden’ın başkanlıkta izlediği doğrultuysa bambaşka oldu: Yukarıda andığım yazıda da ifade edildiği gibi, ilk Erdoğan görüşmesinden bu yana Biden yönetimi, henüz rejimin Kuzey Suriye’de (Rojava Kürdistan) yeni askerî hamleler için önünü açmamış olsa da Ankara’nın Kuzey Irak’ta (Başûre Kürdistan) Bağdat ve Hewlêr üzerinde sahip olduğu nüfuz nispetinde hareket alanı bul[ması]” konusunda kapıyı açık bıraktı.
Tam da nisan ortasında Irak’ın kuzeyine yönelik kapsamlı bir TSK askerî harekâtı başlatılacağına ilişkin haberler akarken, Ankara ve Washington arasında bir “stratejik ortak mekanizma” işletilmeye başlaması, ima ettiği bütün sonuçlarla birlikte Erdoğan rejimine açılmış bir kredi, Kuzey Irak’a yönelik TSK harekâtı kapsamında bir yeşil ışık olarak görülebilir.
Ankara, Washington ve Erbil yönetici seçkinlerinin çıkarlarının üst üste düştüğü bir konjonktür sürekli düşüş halindeki Erdoğan rejimine su gibi ihtiyaç duyduğu “savaş” seçeneğine sarılma fırsatı sunuyor. Gerçek ve meşru bir güvenlik ve savunma gerekçesi olmaksızın girişilecek olan harekatın asıl maksadı iç politika sahnesini dışarıdan kuşatacak bir savaş sahnesi kurmak. Bu, böylelikle muhalefeti hem Kuzey hem Güney Kürtleri karşısında dilsizleştirmek, kendi kuyruğuna takmak ve Kürtlerle karşı karşıya getirmek; bir yıl sonraki seçim atmosferini savaş, militarizm ve ultramilliyetçilikle çevrelemek için kurgulanan bir “özel operasyon”.
Gerek NATO-Rusya savaşı gerekse Ankara’nın Kürtlere yönelik sömürge savaşının iç politikaya dönük yıkıcı sonuçları göz önünde tutulduğunda, demokratik muhalefetin savaşa ve militarizme dönük rejim ataklarına etkin bir barış atağıyla karşılık vermesi yakıcı bir gereklilik olarak ortaya çıkıyor. “Demokrasi ittifakı” kendisini bu konjonktürde bir barış ittifakı olarak dışa vurmalıdır.