Türkiye eşine tarihte az rastlanır bir süreçten geçiyor. Özellikle 2013 yılından beri toplumsal barış ve demokrasi imkânlarını elinin tersiyle itiyor ve faşizm parkurunda dolu dizgin yıkıma doğru ilerliyor.
Bazen Mao için söylenen bir sözü hatırlatıyor bu durum bana: “Tarihe doğru sorular sordu, yanlış cevaplar verdi.”
Şöyle değiştirebilirim bu sözü: “Tarih Türkiye’ye doğru sorular sordu, Türkiye yanlış cevaplar verdi.”
Kürt halkının ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin bütün çekilen acılara, uygulanan adaletsizliklere rağmen yıllarca koruduğu barış iradesi ve kararlılığının Türkiye’yi 2013 Newroz’unda taşıdığı yeri hatırlayın. Asırlık bir meselenin demokratik çözümünün eşiğindeydi toplum. Fakat sonra ne oldu? Bir ülkenin geleceği seçim anketlerine ve iktidar hırsına kurban edildi. Hükümet ve devlet tekrar savaş konseptini tercih etti. Sonrasında muhalefetin dağınıklığı, ana muhalefet partisi olma iddiasındaki partinin Kürt ve demokrasi korkusu AKP’nin yolunu düzleştirip, bir de asfalt döktü. 2015’te HDP’nin seçim zaferi ile doğan demokratikleşme imkânı da yine HDP dışındaki muhalefet partilerinin aymazlığı sonucunda heba oldu.
24 Haziran seçimlerine kadar bu aymazlıklar Meclis’te de, sokakta da devam etti ve tek adam iktidarı AKP’ye ve Erdoğan’a adeta gümüş tepside sunuldu.
Tabii iktidardakiler de bütün bu süreçte boş durmadı ve toplumu karpuz gibi ortadan ikiye böldü ve kendi destekçilerini ülkenin milli muhafızları olarak ilan ederken, bütün muhalefeti “terörist”, “vatan haini” olarak yaftaladı. Gözaltı ve tutuklamaların, askeri operasyonların ardı arkası kesilmedi.
Bugün Türkiye bir kez daha tarihi konjonktürün önüne koyduğu iki soruyla, iki demokratikleşme imkânı ile karşı karşıya. Bu sorulara doğru cevaplar verilirse bu toplum dağılmaktan kurtulabilir. Bu soruları köprüden önceki son çıkış olarak da görebiliriz.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin geçen hafta Selahattin Demirtaş hakkında verdiği karar topluma demokrasi ve barış yolunu açacak büyük bir imkândır. Tabii bu Türkiye devletinin alacağı tutuma bağlı. Eğer karar uygulanır, Demirtaş ve emsal teşkil ettiği diğer tutsak milletvekilleri serbest kalırsa toplumsal barış umudu büyür. Ama Anayasa ile tescilli, Anayasa’nın üzerinde bir bağlayıcılığı olan bu karar uygulanmazsa Türkiye anayasasız bir ülke, bir kabile devlet konumuna itilir. Avrupa’dan kopar ve eğer barış müzakerelerine devam etseydi demokrasisiyle model olacağı Ortadoğu’da bölge diktatörlüklerinin arasındaki yerine iyice yerleşir.
Dönemin diğer demokratikleşme imkânı ise gelmekte olan yerel seçimler.
Ama maalesef Cumhurbaşkanı’nın söylemleri ve Cumhur İttifakı denilen AKP-MHP bloğunun aday profili bu fırsatın da geri tepileceğini gösteriyor. İnsanların belediye hizmetleri gibi en sivil ve gündelik ihtiyaçlarını karşılayacak belediye yönetimlerinin seçimi bir topyekûn savaş hali olarak sunuluyor. Savaş konseptinin mirasyedileri olan kayyumlar aday yapılıyor, seçim bir milli beka meselesi olarak niteleniyor, muhalefet “zillet ittifakı” olarak adlandırılıyor. Adeta seçim meydanına değil savaş meydanına çıkılıyor.
Böyle seçim olmaz, hele bir belediye seçimi hiç olmaz.
Bu yüzden de muhalefet bu son şansını iyi kullanmalı.
Bütün demokratik ittifak denemelerini yapmalı. CHP bu kez sorumlu davranmalı, popülist aday profilinden vazgeçip parti içindeki demokrat cepheye kulak vermeli, Kürt korkusundan arınmalı.
HDP ise eğer bu seçimlere katılacaksa ilk talebi ve sloganı Demirtaş ve tutsak eski ve yeni milletvekillerinin yanı sıra tutsak yerel yöneticilerinin özgürlüğü olmalı.
Bir ittifak olacaksa bu talepler etrafında olmalı, en azından bu talepleri içermeli.
Demokrasi çok değerli ve elzem. Bir kez daha denemeye değer.