13 Aralık gecesi Ankara’dan dönerken trende şunu düşündüm: “Fırsatı olan herkes bir şekilde Selahattin Demirtaş’ın bir duruşmasını izlemeli. Ne çok şey öğreniyor insan. Bir kere her duruşma, her oturum bir tür hızlandırılmış hukuk semineri gibi. Türkiye’de iktidar olgusunun ne olduğu, yargının çalışma şekli, yargı-iktidar ilişkisi; bütün bunlar mahkeme salonunda net olarak ortaya çıkıyor. Yurttaş nasıl olunur? Birey olmanın gücü nelere yeter? Haklı olmak, halka dayanmak insanın iradesini nasıl çelikleştirir? Hepsinin cevabını bu duruşmalarda alıyorsunuz.” Trenden her şeye rağmen büyük bir umutla inecektim.
12 Aralık 2018 günü öğlene doğru Ahmet’le (Tulgar) Ankara’ya ulaşmış, otobüs, minibüs değiştire değiştire Sincan’a varmış, Sincan Cezaevi kampüsünün yoluna girmiştik. Artık sık sık kontrol olacağını tahmin ediyorduk. Önce otobüsümüz durduruldu. Kimlik ve çanta kontrolü yapıldı polislerce. Kampüse bir kilometre kadar kala bir kez daha polis bariyerleri ve kontrol noktası ile karşılaştık. Burada kimliklerimize bir kez daha bakıldı, niye geldiğimiz soruldu, bu defa gazeteci kimliklerimiz de incelendi. Beni nedense bir ara yabancı basın mensubu sandılar, böylece yabancı gazetecilerin duruşmalara alınmadığını öğrendik. Sonra ben polisleri yerli gazeteci olduğuma ikna ettim ve bizi duruşma salonuna götürecek araca bindik bu kez.
Ankara 19. Ağır Ceza Mahkemesi duruşma salonunun bulunduğu binanın girişinde bir kez daha basın tanıtım kartlarımızı verdik, incelendiler, kimliklerimiz alındı, GBT yapıldı. Çantalarımız x-ray’den geçirildikten sonra tekrar bize verildi. Cep telefonlarımızı kapattıktan sonra kilitli küçük dolaplara koyduk. Dolapların üstüne de çantalarımızı bıraktık.
Bizlere gazeteci yaka kartı yerine ziyaretçi kartı verilmişti. Bunun sebebini sonra öğrendim. Salonda gazeteciler için geniş bir yer ayrılmıştı. Ancak buraya sadece sarı basın kartlı gazeteciler alınıyordu. Demirtaş’ın duruşmasını izlemeye gelen gazetecilerin ise hiçbirinin sarı basın kartı yoktu ve bu da bugünün Türkiye medyası için normaldi. Hükümet, kendi yandaşı olmayan hemen hemen bütün gazetecilerin sarı basın kartını iptal etmişti. Benimki mesela geçen ocak ayında gözaltına alındığımda daha polis ifademi vermeden üç gün içinde iptal edilmiş, bir de mektupla evime bildirilmişti. Şaşılacak bir hız değil mi? Ancak bir yandan da mahkeme salonundaki basına ayrılmış yer doluydu. Sivil polislerin hepsinde basın kartı vardı. Bizden alıp onlara veriyor olmalılar. Bu arada ben de salondaki avukatlardan gelen bir itirazı fırsat bilip, ayağa kalktım ve “gazeteciler ziyaretçi sıralarında, polisler basın bölümünde” diye seslendim hakime. Ama hakimden çıt çıkmadı.
Duruşmanın ikinci günü avukat Ramazan Demir, mahkeme heyetinin AİHM kararına rağmen hâlâ niçin çekilmediğini sorarken heyete şöyle diyecekti: “Niçin ölü taklidi yapıyorsunuz sayın yargıçlar?” Demirtaş’ın muhteşem savunmalarına, avukatların sabırlı izahatlarına rağmen dirilmeyen yargıçlar benim itirazımla mı uyanacaktı ölüm uykusundan?
İlk gün öğlen arasına kadarlık bölümde Selahattin Demirtaş savunma yapmıştı ama biz yetişmemiştik. Demirtaş’ın savunmaları gazetemizde de yayımlandığı için bu yazıda daha çok izlenimlerimi anlatmak istiyorum.
İzlenim deyince; Demirtaş’ın savunma yapış biçimini en iyi öğlen arasında kantinde tanıştığımız İngiliz İnsan Hakları Savunucusu ve Kürt dostu Margaret Owen tasvir etti. Owen, Demirtaş’ı bir Shakespeare kahramanına benzetiyordu. Ve onu söylediklerini anlamasa da öyle izlediğini anlatıyordu.
Owen’ın Shakespeare benzetmesi iyiydi. Sahiden de ortada hükümet güdümlü bir adalet tiyatrosu sergilenmek isteniyordu ama sahneye bir oyuncu değil etiyle, kemiğiyle ama yüreğiyle de gerçek bir karakter, bir özgür birey çıkmıştı ve her cümlesiyle hükümetin ve onun aracına dönüşmüş mahkeme heyetinin ezberini bozuyor, kendisini en özgür biçimde ifade ederek dinleyenlere umut aşılıyordu.
Demirtaş’ın özgür ifade biçimine verilen aranın ardından avukat Mehmed Emin Aktar şöyle işaret etti: “Buradaki en özgür kişi sabah konuşmasını yaptı, ben muhtemelen onun kadar özgür konuşamayacağım.”
Salonun sağındaki sıralarda dizili çok sayıdaki avukat bir tragedyadaki koro gibiydi ama hep bir ağızdan değil tek tek konuşuyor ve her biri bir başka açıdan mahkeme heyetini lime lime ediyor ve davadan çekilmelerini talep ediyordu. AİHM mahkeme heyetini yargılamış ve onların bağımsız yargıçlar değil hükümetin aracı olduğuna hükmetmişti. Önce Demirtaş, sonra avukatlar heyeti öylesine bunalttı ki, sonunda mahkeme başkanı “Evet, taraflıyım” itirafını ağzından kaçırıverdi ve bu da kayıtlara geçti. Bu arada biz de Demirtaş’ın ziyaretçi sıralarına dönüp el sallamalarından, selamlarından nasibimizi almış ve keyiflenmiştik.
İkinci gün karlı bir Ankara sabahında Sincan’a doğru yola çıktık yine. Soğuğa rağmen HDP örgütlerinden gelenlere ve yabancı konuklara sürekli zorluk çıkarılıyor, bekletiliyor ya da duruşmaya alınmayacakları söyleniyordu. Yine epey bir kontrol ve tartışmadan sonra salona girdik. Selahattin Demirtaş ikinci gün konuşmasına, heyetin reddi hakim talebini bir üst mahkemeye bir yazıyla gönderirken, Demirtaş ve avukatlarının tahliye kararı verilmediği için reddi hakim talebinde bulunduğunu söylemesine çok öfkelendiğini belirterek başladı. İlk gün onlarca gerekçe ile Demirtaş ve avukatları niçin heyetin çekilmesi gerektiğini açıklamıştı. Fakat heyet bu gerekçeleri sadece tahliyeye indirgemişti. Oysa AİHM kararında bu heyetin niçin Demirtaş’ı yargılayamayacağını net olarak açıklıyordu. Ve Demirtaş da bu heyetten tahliye talep etmiyordu. Ama heyet hâlâ yerindeydi. Evet, sahiden de ölü taklidi yapıyordu bu heyet ya da taraflılığını bunun ardına gizliyordu. Demirtaş ise yargılanan değil yargılayandı artık.
İzlenimlerimi Demirtaş’ın her biri hukukun yüzünü ağartan avukatlarının art arda yaptığı savunmalardan bazı alıntılarla tamamlamak istiyorum artık. Tarihe geçecek bu davada yargının yargılanışına ilişkin biraz daha fikir vermek için:
Mahsuni Karaman: “Müvekkilim hakkından verilen bütün kararlar Recep Tayyip Erdoğan’ın kararlarıdır. Recep Tayyip Erdoğan’ın karşı hamle dediği aslında sizlersiniz.”
Ramazan Demir: “AİHM’in 18. Maddeden ihlâl kararı siz yargıçlar ve Türkiye tarihi için kara bir lekedir. Verilen karar bu mahkemenin bu davaya bakamayacağını gösterir. Erdoğan’ın talimatları doğrultusunda tutuklanan ve tutukluluğu devam eden Demirtaş, sizin aracılığınızla iktidar tarafından siyasi rehine olarak alınmıştır. Siz, bağımsız bir mahkeme değilsiniz, kararı veren de siz değilsiniz, bir kişidir.”
Mehmed Emin Aktar: “Mahkeme başkanının müvekkille kurduğu diyalog farklıdır. Başka dosyalarda sanıklara ‘bay’ ve ‘bayan’ diyorsunuz. Selahattin Demirtaş’a ise sadece ismi ve soyismiyle hitap ediyorsunuz. Bu bile taraflılığınızın kanıtı.”
Kemal Akalın: “Sizi istifaya davet ediyorum. Onurunuzu kurtarın. Gidin limon satın.”
Yıldız İmrek: “Anayasa’nın temel unsurlarını tepetaklak edildiğini, açıkça ilga edildiğini gördük. Sizleri yönlendiren iktidardır. Sizler de biliyorsunuz, bu yargı değil hukuksuzluktur.”
Abdurrahman Karabulut: “Mahkeme tarafsız değildir. Cumhurbaşkanı’nın propagandasını yapıyor, yoksa altı milyon oy alan bir insanı ‘terörist’ olarak tanımlayamazsınız.”
Benan Molu: “AİHM kararı, resmi sitesinde yayınlanmasından itibaren bağlayıcıdır. Derhal tahliye kararı uygulanmamış, usulsüzce tutukluluğa devam kararı verilerek ihlale devam edilmiştir.”
Cenk Kazak: “Sizin mahkemeniz yargılama yaparken rol çalıyor. Tarafsız değilsiniz. Çünkü bir siyasi partinin temsilcisi olarak görünüyorsunuz.”
Fırat Epözdemir: “Siz tarafsız değilsiniz. Az önce yaşanan bir olayda ‘ben tarafım’ dediniz.”
Mustafa Eraslan: “Siz adil ve dürüst yargılama hakkını kaybettiniz. Müvekkilimiz adil yargılanmıyor. Hukuk nezakettir. Sizler bunlardan mahrumsunuz. Bizim meslektaşlarımıza bağırma hakkına sahip değilsiniz. Çekilin davadan.”
Mesut Beştaş: “Siz adil değilsiniz. Müvekkilim adil yargılanmıyor. AİHM kararı ile bu ortaya çıkmıştır. Karşı hamle satrançta vardır. Satrançta hangi taşlar vardır? Şah, kale, piyon. Sizi şahın piyonu olarak görüyoruz.”