Seçim yaklaştı.
Görünen o ki seçimler üzerinden birçok konu dolaylı bir biçimde dile getiriliyor. Bu konular arasında Kürt siyasetini dizayn etme çabalarının olduğu açık. Aynı şekilde, DEM Parti’nin içinde bölünmeler olmasına dair arzuların adeta nesnel bir gerçeklik ifadesi altında sunulmaya çalışıldığı da bir o kadar açık.
Kürt siyasetinin ana temsilcisi olan DEM Parti ve geleneği bunlara bir nevi alışmış durumda. Üzerinde durmak istediğim konu ise diğer kampların tersyüz edilmiş bakış açıları.
Oldukça coşkulu bir Newroz etkinliği yaşandı. Hem yurtiçinde hem yurtdışında. Bu coşkunun nedeni bir ulusun “ben varım ve buradayım” dışında aranıyorsa konuya daha en baştan sağlıksız bir biçimde yaklaşılıyor demektir. Şunu ortaya koymak lazım: her eylem ve düşünce politiktir, yalnız eylemin kendi içeriği üzerinden değil ona dışarıdan açıklamalar yapmak sağlıksızdır. Newroz üzerine Kürtlerin ve dostlarının yaşadığı coşku ve eylemsellik bu ulusun özgürleşme arzusu dışında değerlendirilmemelidir.
Türkiye’deki politik pratiğin en baştan bu sağlıksız yaklaşımı içermesi Kürt meselesinde Kürtlere destek olma söyleminde olanların aslen bu meseleleri zedelenmiş/tahakkümcü bir bakış açısı ile değerlendirmelerine neden oluyor. Elbette Kürt meselesi derken bu meselenin Kürtlerden kaynaklanmadığı açık; onlara dayatılan zorbalık meselesi dense daha doğru olacak ancak bunun terminolojisi hep tartışılageldi.
Konular bazen ana raydan çıkıp o kadar farklı zeminlere kaydırılıyor ki ana damarlara ulaşıp oradan konuları serimlemek isteyenler nerede ise aykırı insan durumuna düşüyor. Örneğin özgürleşmeyi kendinde ve kendisi için isteyen Kürt toplumunun bu iradesi onun şartlanmışlığı, iltisakı vesaire üzerinden gayet manipülatif ve çarpıtılmış açıklamalara maruz kalıyor.
Konu oysa sanıldığından daha basittir. Basit olduğu için çözümü zordur! Çünkü üryanlığı örtülmek istenir sürekli. Görünümlerin (sözgelimi Newroz kutlamaları) ötesindeki öz bir ulusun kendi iradesi ile yaşama arzusudur. İşin doğrusu, diyalektik, içkinlik gibi hususları dillerine pelesenk etmiş insanların çoğu yaşamın akışında ve praksislerinde dikkat edilirse Kürt sorununu asla içkinliğinde, dışarıdan müdahale etmeksizin açıklamazlar. Konu bir yerlerde döner dolanır ‘Ama Kürtler de …’, ‘Şunu yapmalılar’ gibi söylemlere takılır kalır.
Seçimler de görünümler (fenomenler) dünyasına ait. Kendileri nihai bir amaç olmasa da işaret ettikleri gerçeklikleri ile yanaşılmalı seçimlere. Kendi yaşamımdan örnek verecek olursam aslında sürekli seçimi boykot eden bir insan oldum. “Seçimlerle bir şey değişecek olsa idi seçim yapılmazdı” mantığını benimsemiş biri idim genelde. Ancak bu benim öznel yaklaşımımdı ve buna ilk istisnayı 1995’te HADEP’e oy vererek yaşamıştım. Şunu öğrenmiş oldum: seçimlerle bir şey değişmemesi gayet olağan ama seçimlerin başka bir fonksiyonu daha var: bastırılmış iradeyi ortaya koymak. Bunun en önemli örneğini HDP geleneğinde yaşamadık mı? Rahatlıkla yüzde 10’un üzerinde oy alan bir partinin bu irade temsiliyeti olmasa idi, yöneten klikleri bu kadar rahatsız edici bir gücü olmasa idi zaten susan, önemsemeyen bir çağda bu kadar ses getirir miydi yapılan tasallut ve zulüm?
Ya da kayyum atanması yaşanır mıydı seçim olmasa? O seçimlerin galibi HDP’li belediyeler olmasa? Evet, zulüm devam ediyor ancak bu zulmün en azından teşhirini yapabilen bir yapı var. Ve daha önemlisi, tüm bu zulümlere rağmen iradesini aynı şekilde ortaya koymaya devam eden bir ulus var. Bu şiddete karşı en yıldırıcı tavır vazgeçmemek olsa gerek. Bu yüzden seçimle bir şey değişmemesine değil seçimin iradeyi ortaya koymasına yönelik bir bakış açısını da elden bırakmamayı öğrendim. Seçimlere sadece çare olarak değil, iradenin izdüşümü olarak bakıyorum 1995’den beri. Tek doğru fikir olduğu gibi bir iddiam yok ancak gördüklerim benim seçimde oy kullananları en azından kendi tavırları üzerinden anlamak gibi bir sorumluluğa yöneltiyor.
Şimdi buradan hareketle DEM Parti’ye baktığımızda bu irade konusu üzerinden yanaşmak gerekiyor. Geleneği zulmün her tonuna maruz kalan bir gelenek. Belediyeleri ulusun iradesine rağmen gasp edilmiş bir gelenek. Böyle bir partinin kendi iradesi ile ulusun iradesinin örtüşmesi üzerinden bakmak gerekiyor duruma. Bir Kürt genci çıkıp ‘isterse bir gün kalsın -benim- belediyem, sonra gerekirse kayyum gelsin’ demesi aslında çok öğretici olmalı. O genç, vazgeçmeyeceğini ortaya koyuyor. Kayyumun gelmemesi hakkında onun tek başına yapabileceği fazla bir şey yok.
İşte tam bu anlamda Türkiye soluna, partilerine ve aydınlarına aslında çok iş düşmeli idi. Ancak görebildiğim kadarı ile genel odak noktaları İstanbul’da kimin destekleneceği ve buna benzer konulardan ibaret kaldı. Üstüne üstlük DEM Parti’nin kendi adaylarını çıkarması yoğun tartışma ve eleştirilere neden oldu. Düne kadar DEM Parti ve geleneği ile ittifak kurmaktan ve faşizme karşı birleşik cephe kurma iddiasında bulunanlar birer birer diğer parti adayına oy vereceklerini ifade ediyorlar.
Bir seçimi boykot etmek, o seçimin iradesine taş koymak olduğu zaman değerli olabilirdi. Siyaset tek başına sonuç getirecek bir alan değil. Eleştirel yaklaşım korunup destek verilen de eleştirilir; eleştirilmelidir de. Ancak boykotun etkisini de içkinliği üzerinden tartışmak lazım. Örneğin eğer Türkiye tarafını etkileyecek bir kuvvet ortaya koysa idi ve oradan da karşılık bulsa idi belki bir anlam kazanabilirdi. Ancak destek görmek bir yana, desteğin adresi uzun zamandır sistemin kurucu partisi. Siyaset ittifaktır; ittifak ise esnek bir alandır. Haliyle gerektiğinde bu ittifaklar yapılmalı ancak sonuçları ile birlikte sürekli değerlendirilmeli.
Sorun bu değerlendirme kısmında. Bir insan yaşamı ne şekilde savunmalı örneğin? Ya da bir siyasi hareket/parti yaşama nasıl tutunmalı? Kendi mikro-iktidarını güvence altına almak, başkanlık koltuğunda kalmak, kadroları kendini seçtirmek için bir arada tutmak mı bu diğer partilerin özü yoksa gerçekten bir toplumsal dönüşüm mü? Bu sorulara toplumsal dönüşüm anlamında ikna edici cevap veremiyorum uzun zamandır. Bu yüzden Türkiye sosyalist hareketlerinin Kürt toplumu ve siyasetine bakış açılarında o toplum ve siyasetin kendisi üzerinden değerlendirme yapmaları gibi bir ödevleri var ve bunu yapmıyorlar, yapamıyorlar.
Hülasa, sürekli aynı alana hapsedip aynı yapıyı koruma derdinde olanların toplumsal dönüşüm konusunda destek olmak bir yana, toplumsal dönüşümden yana olanların önüne ket koymaktan başka bir tavrı olamıyor sonuç itibarı ile. Bugün çözeceklerini iddia ettikleri Kürt sorununun çözümü için Kürdün iradesinin ne olduğunu öne çıkaran ve bu temelde hareket etmenin esas olduğunu ortaya koyabilen bir aydın ve sosyalist hareketler bütünü varsa ilerleyebilir(di) o hareketler de. “Ben sizin sorununuzu da çözerim” üslubu ve tavrına ise çok alışık Kürtler.
İradesi gasp edilen, toprağı gasp edilen, tanınmayan, yasaklı bir ulusa eşitmiş gibi yaklaşmak zaten eşitsizliğin meşrulaştırılmasından başka bir anlam içermiyor. Bunları idrak için aslında sosyalist olmak dahi gerekmiyor. O ulus için konuşulduğunda o ulusun taleplerini ve arzusunu dile getirmek dışında bir görev edinenler çözümden çok çözümsüzlüğe neden oluyorlar. O ulusun iradesinden istifade etmek gibi bir lüksleri(!) olabilir kısa ve orta vadede ancak yaşam anlamında hem kendilerini hem de demokratik bir geleceği örselemek sağlıksızlığı kronik hale getiriyor. Bu partilerin hangisi örneğin, yapılacak saldırılara karşı bir praksis önermekte? Saldırı olduğu zaman ne gibi bir tavırları olacak? Asıl meselelerden kopuk ilginç bir politik yapısallık hakim oldu.
Yüzleşilmesi gereken, bu sağlıksız ve kronik hale gelmiş praksis. Bununla yüzleşilmedikçe de palyatif önlemler ve koruyucu refleksler ötesine geçemeyen bir siyaset kalıyor solun -bir bölümünün- hanesine.