DEM Parti Grup Başkanvekili Gülistan Kılıç Koçyiğit, PKK Lideri Abdullah Öcalan ile görüşmek için yaptıkları başvuruya, Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürü’nün ‘Öcalan ve diğer mahkumların avukatlarıyla görüşmelerine herhangi bir engel bulunmamaktadır’ yanıtına karşı ‘Engel yoksa neden 42 aydır ailesi, avukatları ya da hiç kimsenin İmralı’ya gitmesine izin vermiyorsunuz’ diye sordu
Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) Grup Başkanvekili Gülistan Kılıç Koçyiğit, Meclis’te düzenlediği basın toplantısında gündeme ilişkin gelişmeleri değerlendirdi.
İktidarın sermayeden yana tutumundan kaynaklı işçi direnişçilerinin başladığını söyleyen Gülistan, ekonomik koşullardan kaynaklı artan yoksulluk, düşük ücretler, iş güvenliğin olmaması, sendikal hakların gasp edilmesinin temel başlıklardan birisi olduğunu belirtti. Koçyiğit, “O anlamıyla dalga dalga büyüyen ve ülkenin dört bir yanına yayılan bu işçi grevlerinin aynı zamanda toplumun isyanı olduğunu ve bu işçi grevlerini de bütün toplumun sahiplenmesi gerektiğini ifade edelim. Çünkü bu grevler milyonlar adına sürdürülen direnişlerdir. Yoksulluğa, yolsuzluğa, sömürüye karşı herkesin bu grevlerin yanında durması, işçinin sesine ses vermesi gerekir. Grevlerdeki işçilerin üstüne kolluk gücünü süren, işçilere saldıran AKP-MHP sömürü ittifakının da aslında en büyük korkusunun işçi direnişleri, işçi grevleri olduğunu çok iyi biliyoruz. Haksızlığa ve zulme karşı direniş kesinlikle büyüyecektir. Her iş kolu, her sokak bu anlamıyla işçi grevlerinin mekanı olacaktır. İşçilere saldıran tehdit eden, sermayenin tetikçiliğini yapan emniyette bilsin ki iktidar zulmünün işlediği bütün suçların ortağı pozisyonundadırlar” dedi.
Fernas’ta işçileri sendikalı diye işten çıkarıldı
Koçyiğit darp edilen işçilere ilişkin ise, “İşçileri tehdit eden saldıran emniyette merak ediyoruz acaba özelleştirildi mi? sorusunu sorarak, “Gerçekten bir gece yarısı kararnamesi çıkarıldı ve patronların iş yeri bekçisi mi? yapıldı. Kolluk gücünün kendisi bunu bütün kamuoyu adına da sormak istiyoruz. Bunu neden soruyoruz değerli basın emekçileri, bakın bu sorunun nedenini oluşturan bir kaç örneği sizlerle paylaşmak istiyorum. AKP Batman milletvekili Serhat Nasıroğlu’na ait olan Fernas Madencilik’te sendikalı oldukları için madenciler işten çıkarıldı” diye belirtti.
Ülke işçi mezarlığına dönüştürüldü
Koçyiğit konuşmasının devamında şunları söyledi: Bir taraftan böyle işçileri en kötü koşullarda çalıştırıyorlar ve buna karşı düşük ücretlerle çalıştırılan işçiler grevlere çıkıyor direnişe çıkıyor. Ama bir taraftan da bu ülke bir işçi mezarlığına dönüştürülmüş durumda. Sadece Ağustos ayında 179 işçi çalışırken yaşamını yitirmiş. Son sekiz ayda bin 201 işçi çalışırken yaşamını yitirmiş. Yani iş cinayetlerinde yaşamlarını yitirmişler. Bu bir savaş bilançosudur. Bu sermayenin işçi sınıfına açtığı savaşın bilançosudur. Bu kadar açık ve net bir şekilde söyleyelim. Ağır çalışma koşulları, esnek çalışma, güvencesiz çalışma gerçek anlamda işçi sağlığını koruyacak hiçbir önlemi almayan hükümet bin 201 işçinin ve 22 yıllık iktidarındaki bütün işçi ölümlerinin, işçi katliamlarının sorumlusudur. Peki buna dair bir şey söylüyor mu hükümet? Hayır. Hiçbir şey söylemiyor. Sanki bu ülkede bin 201 işçi son 8 ayda katledilmemiş gibi her şey kendi rayında devam etmeye çalışıyor.
Tek marifetleri işçi direnişlerini bastırmak
Direnen işçiler, kaybedilen işçiler, yaşamını yitiren işçiler adına sormak istiyoruz. Gözaltına alınan Polonez işçilerine ters kelepçe takanların acaba patronlarına nasıl bir ilişkisi var? Gerçekten bunu kamuoyu merak ediyor. Polis, işçi grevlerine saldırırken bu ülkede her gün 3 kadın katlediliyor. Narin gibi onlarca çocuk katlediliyor, kaybediliyor. Buna yönelik kolluğun bir girişimi var mı? Hayır. Onların tek marifeti işçi direnişlerini bastırmak, işçileri darp etmektir. Şimdi bunu söyleyelim. İşçi grevlerini yasaklamanın 12 Eylül aslında yasakçı anlayışının devamı olduğunu söyleyelim. Yeni bir anayasa yapmaktan bahseden iktidarın bugün 12 Eylül darbeci anayasasının her maddesini işine geldiğinde tıkır tıkır uyguladığını ama onun dışındaki maddelerde, örneğin Can Atalay’ın Anayasa Mahkemesi kararında olduğu gibi hiç de anayasa ile oralı olmadığını görüyoruz. O nedenle geçen yüzyıldaki darbeleri, geçen yüzyıldaki işçi kıyımlarını 12 Eylül cuntasının, 24 Ocak kararlarıyla bu ülkeye yerleştirmeye çalıştığı neoliberal politikaları bugün AKP-MHP hükümetinin adım adım ilerlettiğini ve bu ülkeyi yoksul işçiler ülkesi haline, açlıkla sefaletle mücadele eden işçiler ülkesi haline getirmeye çalıştığını da çok açık ve net bir şekilde görüyoruz. Bunu kabul etmiyoruz. Bu işçi kıyımına, emek rejimine, bu yoksulluğa karşı direniyoruz. Bundan sonra da işçi ve emekçilerle beraber direnmeye devam edeceğiz.
İnfaz gözlem kurulları neye hizmet ediyor?
Bir taraftan sokak ortasında işçiler darp ediliyor ama onun dışında bu ülkede cezaevlerinde de tam bir eza politikası tam bir kırım politikası, insan yaşamına kast eden bir rejim cezaevlerinde de uygulanmak isteniyor. Bakın 2 Eylül tarihinde Erzurum Hapishanesinde tahliye olması gereken Abdulmelik Okyay idare ve gözlem kurulu toplanmadığı için tahliye olmadı, cezaevinde kalp krizi geçirerek yaşamını yitirdi ama buradan da sormak istiyoruz. Bu idare gözlem kurulları gerçekten neye hizmet ediyor? Bu idari gözlem kurulları aslında 12 Eylül cuntasının AKP’de yaşam bulan hali değil midir? Bir darbe yapılanması değil midir? Evet tam da bir darbe yapılanmasıdır. İşkence kurulları olarak görev yapmaktadır idari gözlem kurulları. Adalet Bakanlığı gözlem kurulları ve ATK birlikte suç işlemektedir. Hasta tutsakları ölüm sınırına getirmek siyasi bir cinayete iştiraktir. Ortak bir şekilde bu cinayeti işlemektir. Her bir ölümün faili Adalet Bakanlığı ve cezaevinde kalamadığı halde ona cezaevinde kalamaz raporunu siyasi saiklerle, düşman ceza hukukunu benimseyerek vermeyen ATK’nin bizzat kendisidir.
Aymaz bir akıl ile karşı karşıyayız
30 yılını dolduran mahpusa ‘Pişman mısın’ diye soruyorlar. Evet 30 yıl cezaevinde kalmış, düşünceleri nedeniyle tutsak edilmiş olan insanlara dönüp pişman mısın sorusunu yöneltebilecek kadar aymaz bir akılla karşı karşıyayız. Onlara bizim bir çift sözümüz var. 12 Eylül vahşetinden bu yana cezaevlerini işkencehanelere çevirdiniz, siyasi tutsakların onurunu teslim almak için her türlü yöntemi denediniz ama siz siyasi tutsakların onurunu teslim alamadınız. Kamu adına cezaevinde bulunan siyasi mahpuslar adına ve bu ülke halkları adına sormak istiyorum. Asıl siz bu insanlık dışı uygulamalardan ne zaman pişmanlık duyacaksınız? Siz ne zaman adalete ve hukuka bağlı kalacaksınız? Bu soruları sormak istiyoruz Adalet Bakanlığı ve AKP hükümetine. Hasta tutsaklarla ilgili yürütülen sürecin bir idam takviminin olduğunu çok iyi biliyoruz. O nedenle buradan Adalet Bakanlığı’na sesleniyoruz; hasta tutsaklarla ilgili ölüm, idam takvimini planını kamuoyuna açıklayacak mısınız? Daha kaç tutsağın hayatını kaybetmesine göz yumacaksınız ve fiili bir idam rejimini daha ne kadar devam ettireceksiniz? Siz kimsiniz? Mahkeme misiniz, katil misiniz, cellat mısınız, kim ve ne adına siyasi mahpusların yaşamına kast ediyorsunuz ve onları cezaevinde öldürüyorsunuz?
Zamana yayılmış idam
Şimdi tam da bu yasa maddesiyle ilgili bugün Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi de AİHM’in Öcalan iki, Kaytan, Kurban, Boltan kararlarına Türkiye’nin sistematik olarak uymaması nedeniyle periyodik olarak yaptığı gözden geçirmeyi bugünden ayın 19 Eylül’e dek devam ettirecek. Şimdi defalarca Adalet Bakanlığı eylem planları hazırladı torba yasalar getirdi, yargı paketleri getirdi, işkenceye sıfır, tolerans dedi ama 10 yıl geçmiş olmasına rağmen bu AİHM kararlarına karşı tek bir adım atmadı ve kendi yasasında, kendi ölüm, idam yasasında ısrar etti. Yani Türkiye aslında 10 yıldır idamı yeniden ama yeniden uygulamış oluyor. Şimdi bu zamana yayılmış idam maddesinin yani infaz kanununun 25’nci maddesinin değişmesi gerektiğinin altını bir kez daha çizmek istiyorum. Ve bu çerçevede meclise de verdiğimiz bir kanun teklifi olduğunu da kamuoyuna da ifade etmek istiyorum. Şimdi hapishanede 25’nci yılı dolduran çokça siyasi mahpus var. Onlardan biri de Sayın Öcalan’ın kendisi ve Sayın Öcalan’ın da bu yasanın değişmesiyle ‘umut hakkı’ çerçevesinde şartlı tahliye sürecinin başlatılması gerekiyor. Şimdi bu Türkiye’de üzeri kapatılan Adalet Bakanlığı’nın ‘tecrit yoktur’ diye açıklama yaptığı bir gerçeğin daha doğrusu bir siyasi konjonktürün içindeyiz.
İmralı tecridi bir hakikat
Peki gerçek böyle mi tabi ki böyle değil. Bakın 35 ülkeden bin 524 avukat ve hukuk kurumu Sayın Öcalan için Adalet Bakanlığı’na bir mektup gönderdi. Bu mektupla bir kez daha Öcalan’ın görüşme hakkının sağlanması gerektiğini ifade ettiler. İmzacı olan bin 500’ü aşkın avukat ve hukuk kurumu İmralı’yı ziyaret etmek istediklerini Adalet Bakanlığı’na ilettiler. Siz ne kadar kafanızı kuma gömseniz de siz Türkiye kamuoyunu ne kadar baskıyla zorla bastırsanız da İmralı tecridi bir hakikat ve bütün dünya bu İmralı tecridini konuşuyor. İmralı tecridine karşı birçok eylemin etkinliğin başvurunun olduğunu da dünya çapında herkes çok iyi biliyor. Şimdi bu mektupta ne deniliyor yine bu bin beş yüzü aşkın avukatın imzaladığı ve Adalet Bakanlığına gönderdiği mektupta, İmralı tecridi dünya çapında özel ve ayrımcı bir tecrit yöntemiydi, diyor. Yani Sayın Öcalan üzerindeki tecridin dünyada eşi benzeri yoktur diyorlar. Yine Avrupa Demokrat Avukatlar Sendikası Başkanı Helena Dappy ‘İmralı’daki durum korkunç’ tespitini yapıyor. Evet bu tespitlerin her birini bizler de yapıyoruz. Ama ne yazık ki hükümet bütün bu tespitlere bütün bu hakikate kulaklarını tıkamış durumda. Şimdi Öcalan 15 Şubat 1999’dan beri sistematik tecrit altında 5 Nisan 2015’tn beri mutlak tecrit altında ve yaklaşık 42 aydır da kendisinden hiçbir şekilde haber alınamıyor. O anlamıyla İmralı’daki durumu aslında bir tecrit kavramıyla izah etmenin yetersizliğini de izah etmek gerekiyor. Evet tecrit kavramı burada çok yetersiz kalıyor.
Engel yoksa neden 42 aydır görüştürülmüyor
Hukukun kara deliği haline gelen bir İmralı Ada Hapishanesi gerçeğiyle karşı karşıyayız. AKP-MHP rejimi şahsında Türkiye’nin bizzat hukuk dışılığının tescilidir İmralı’daki mevcut durumun kendisi. 30 Nisan 2024 tarihinde milletvekili arkadaşlarımızla beraber Adalet Bakanlığına başvuru yaptık ve İmralı Ada cezaevine gitmek istediğimizi ifade ettik. Bize nasıl bir cevap verdiler? Ceza ve Tevkif Evleri Genel müdürü; ‘Öcalan ve diğer mahkumların avukatlarıyla görüşmelerine herhangi bir engel bulunmamaktadır’ diye bize yanıt verdiler. Şimdi buradan soruyoruz. Madem bir engel yoksa neden 42 aydır ailesi, avukatları ya da hiç kimsenin İmralı’ya gitmesine izin vermiyorsunuz. Hem uluslararası hukuk alanında hukukçular hem Asrın Hukuk Bürosu hem de ailesi her hafta sistematik olarak görüş başvurusunda bulunuyor. Bütün bu görüş başvurularını neden reddediyorsunuz sorusunu sormak istiyoruz.
Tecrit Kürt sorununu daha da büyütüyor
Neden bu kadar tecridi konuşuyoruz. Tecrit Kürt sorununun demokratik ve barışçıl çözümü için hayati önemde olan bir konudur. Tecrit Kürt sorununu daha da büyütüyor. Çözüm imkan ve şartlarını ortadan kaldırıyor. Ve tecrit yerine çözüm aklını işletmek bu ülkenin ortak çıkarınadır. Bu ülke halklarının ortak çıkarınadır. İktidara soruyoruz. İmralı tecridini devam ettirerek çözümsüzlükte ısrar ederek ne yapmak istiyorsunuz? 2015’ten bu yana tecritle neyi çözdünüz ki bundan sonra neyi çözmeyi hedefliyorsunuz? İmralı yanlışından bir an önce dönün, bir an önce tecridi kaldırın, diyalog kapılarını açın. Çözüm aklını hep beraber Türkiye halklarıyla beraber işletelim. Biz DEM Parti olarak buna varız. Eğer bu ülke her alanda bir normalleşmeyi yaşayacaksa krizlerden çıkışın bir yolu olacaksa bu İmralı tecridinin ancak ve ancak kırılması ve kaldırılmasıyla olur. Bu nedenle bu tecridi kaldırma çağrımızı bir kez daha buradan hükümete ve Adalet Bakanlığına hatırlatmak istiyoruz. Tabi bugün toplantısı başlayacak. Ve ayın 19’unda devam edecek olan Bakanlar Komitesi’ne buradan DEM Parti olarak bir çağrı yapmak istiyoruz. Ağırlaştırılmış müebbet hapis ile ilgili yasal değişiklikleri yapmayan Türkiye hükümetine yani AKP hükümetine karşı artık genel tedbirleri almanızın zamanı gelmedi mi? On yıllardır AİHS askıya alınmış durumda. Artık buna dair somut adımlar atmanız gerekmiyor mu? Artık nereye kadar durumu görmezden geleceksin, nereye kadar susacaksınız, nereye kadar komployu sürdüreceksiniz ve mış gibi yapacaksınız. Bu soruyu sormak istiyoruz. Evrensel hukuk gereği ve kendi hukukunuz gereği de dünya için koyduğunuz kurallara sizi uymaya davet ediyoruz. Devletlerin siyasi çıkarlarının on yıllardır zulüm ve asimilasyon altında olan ve buna karşı direnen Kürt halkıyla, Türkiye halklarının ortak mücadelesine ve Kürt sorunun barışçıl çözümündeki beklentilerin önüne geçmesine artık izin vermeyin.
Her 5 çocuktan biri yeterli beslenmiyor
BES’in açlık raporu vardı. Çok konu var, söylenecek çok şey var. Ama sadece şunu söyleyeyim. Bu ülkede 7 yılın sonunda Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı bir açıklama yaptı ve bir tablo çizdi. Oysaki şunu görüyoruz. Aslında her geçen gün bu ülkede sosyal yardıma muhtaç hane sayısı artıyor. Son 7 yılda 3 milyon 792 bin sayı artmış. Yani yaklaşık 15 milyon insan en temel ihtiyaçlarını karşılamak için sosyal yardıma muhtaç hale gelmiş. Ayrıca OECD Türkiye’de 6 buçuk milyon çocuk aşırı yoksulluk içinde yaşıyor. Her 5 çocuktan biri yeterli beslenmiyor. Her 4 çocuktan biri ise okula aç gidip aç geliyor. Peki bütün bu veriler bize neyi gösteriyor? Aslında gün geçtikçe derinleşen bir yoksulluğun, gün geçtikçe sosyal yardımlara bağımlı hale gelmiş bir toplum gerçeğini gözler önüne seriyor.
Açlık sınırı 27 bin 270 lira
Yine Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın sosyal ve ekonomik destek programı raporuna göre maddi durumu kötü ailelere yapılan yardımdan yararlanan çocuk sayısı 172 bine dayanmış durumda. Bu 2012’de 37 bin 295 idi. 172 bin çocuktan bahsediyoruz. BESAR’ın açıkladığı verilere göre bugün sağlıklı beslenmenin maliyeti günlük 800 lirayı geçip bin TL’ye ulaşmış durumda. Verilere göre açlık sınırı 27 bin 270 lira, yoksulluk sınırı ise 73 bin 651 lira. Peki asgari ücretli nasıl yaşıyor? Yoksulluk sınırının dörtte bir ücretiyle yaşama tutunmaya çalışıyor. Yine asgari ücretli açlık sınırının 10 bin TL altında bir ücretle hayata tutunmaya çalışıyor. Bugün kamu emekçilerinin maaşlarının yüzde 75-80’inin sadece konut için kira için harcadıklarını görüyoruz. Peki maaşının yüzde 75-80’ini konut için harcayan bir kamu emekçisi ne yiyip ne içecek ve artan bu kırtasiye okul giderleriyle çocuğunu nasıl okula gönderecek, nasıl yaşayacak, nasıl geleceğe umutla bakacak? sorusunu buradan sormak istiyoruz. Bu anlamıyla tam bir yoksulluk girdabıyla AKP hükümetinin Türkiye yüzyılının aslında açlık, yoksulluk ve sefalet yüzyılı olduğunun altını çizelim.”
ANKARA