Meraklısı olanlar bilir. Sınıflı toplumun ürünü olarak devlet aygıtının iktidarını başarıyla devam ettirmesinde hakim sınıflar birbirlerinden öğrenmişler, deneyim ve tecrübe aktarımı yapmışlardır. Osmanlı Devleti de bulunduğu coğrafyada örneğin Bizans’ı ortadan kaldırırken, onun kurumlarını olduğu gibi almış, bu anlamıyla fethederken fethedilmiştir. Ya da örneğin Moğol işgalinde, Moğolların askeri tekniklerinden öğrenmiştir. Bu anlamıyla Osmanlı Devleti, çağdaşı olduğu devletlerden devraldığı devlet yönetme geleneklerini günün koşullarına göre güncelleyerek sürdürmüştür. Yüzlerce yıllık Osmanlı fetih ve işgal hareketlerinin başarısında bu güncelleme becerisi önemli bir rol oynamıştır.
Günümüzde de “devlette devamlılık esastır” düsturundan hareketle bu geleneğin sürdürüldüğüne tanık olmaktayız. Osmanlı’nın işgal ve yağma savaşlarında kullandığı, işgal öncesinde işgal edilecek bölgelere yağma ve çapul yapmaları karşılığında gönderdiği, kılavuz, rehber anlamına gelen “delil” olarak adlandırdığı savaşçılar bulunmaktaydı. Resmi tarih anlatımı bu savaşçıları “cesur ve korkusuzca düşmana saldırdıkları”nı propaganda etse de asıl işlevleri işgal edilecek bölgelerde yerleşik halka korku salmaktı.
Bu amaçla adı geçen tabur üyeleri, başta uyguladıkları vahşi yöntemler olmak üzere özellikle halka korku salmak için dönemin askeri giysilerinden oldukça farklı giyinirlerdi. Başlarında pars ya da benekli sırtlan derisinden yapılmış tüylü bir miğfer bulunurdu. Bu savaşçıların kalkanları da egzotik kuş tüyleriyle süslü olur ve giysileri aslan, kaplan ve tilki postundan, şalvarları da ayı ya da kurt derisinden yapılırdı.
Halk bunlara bu nedenle “deliler taburu” adını takmıştı. Bu taburun bütün amacı vahşilikleriyle ve görüntüleriyle karşısındakine korku salmak, direniş göstermeden teslim olmasını sağlamaktı. Bir anlamda dönemin psikolojik savaş unsuru olarak kullanılıyorlardı. Aynı yöntemi tıpkı Moğolların yaptığı gibi DAİŞ faşistlerinin bir bölgeyi işgal etmeden uyguladıkları ölçüsüz ve barbar terörde de görmek mümkündür. Hatta DAİŞ faşistleri, bu psikolojik propagandayı daha da ileri götürmüşler, kafir icadı kameraları kullanarak çok çeşitli yöntemlerle infaz görüntülerini tüm dünyaya servis etmişlerdir. Burada da amaç aynıdır: Halkta korku ve panik yaratarak, direnmeden teslim olmalarını sağlamak.
Son dönemde birbiri ardına HDP başta olmak üzere devrimci demokratik kurumlara yönelik saldırılarda, saldırganlar bizzat devlet görevlileri tarafından “psikolojisi bozuk”, “deli” olarak tanımlanmaktadır. İzmir HDP İl Binası’na saldıran ve Deniz Poyraz’ı katleden faşistin saldırısı; “Tek kişilik eylem, psikolojisi bozuk bir kişinin kişisel eylemi” yani halkın söylemiyle “bir delinin işi” olarak propaganda edildi. Bu faşist katilin, silah ruhsatı alabilmesinden, Suriye’de silahlı eğitim almasına kadar bir dizi gerçek orta yerde dururken, bizzat devlet görevlileri tarafından “deli” olduğu savunuldu.
Son olarak Adana’da HDP ve YSP binasına yanıcı maddeyle saldıran ve partililerce yakalanıp polise teslim edilen kişinin de “deli” olduğu açıklandı. Öyle bir “deli” ki onlarca kişinin toplantı yapacağı saatte “eylemi”ni gerçekleştirmeye cüret etmekte ve kendisinin “polis tarafından görevlendirildiği”ni söylemektedir.
Bu türden saldırılarda dikkat çeken noktalardan biri de saldırılardan hemen sonra saldırının gerçekleştirdiği yerin mülki ya da polis amirleri tarafından saldırganların “deli oldukları”na dair açıklama yapılmasıdır. Başlı başına bu açıklamalar bile saldırıların mahiyetine dair şüphe uyandırmaktadır. Zira bu saldırganların ruhsal durumuna dair değerlendirme tıbbın konusudur!
Türk devlet geleneğini tanımayan birisi için yapılabilecek en basit yorum; bu “deli”lerin hangi toplumsal koşullar içinde ortaya çıktığı ve son derece “akıllı” bir biçimde hedeflerini tespit ettikleridir. Öyle ya madem saldırganların psikolojik sorunları varsa neden her defasında hedef son derece isabetli bir şekilde(!) Kürt kurumları olmaktadır? Bu işte bir gariplik olduğu açık değil midir?
Bu durumda iki olasılık açığa çıkmaktadır; Birincisi faşizm başta Kürt halkı olmak üzere, ilerici devrimci muhalefete yönelik saldırılarında bir “deliler taburu” kurmuştur. Bütün amaç katliam yapıp halkta korku yaratıp, biat etmelerini sağlamaktır. Tam bir düşük yoğunluklu savaş taktiği izlenmekte, geçmişin “deliler taburu” güncellenerek devam ettirilmektedir.
İkinci olasılık ise günlük olarak kitle iletişim araçlarından propaganda edilen ırkçılık ve şovenizmle bütün toplum “deliler taburu”na çevrilmek istenmektedir.
Her koşulda faşizm kendinden olmayana, kendine biat etmeyene yönelik sadece askeri değil psikolojik bir savaş içindedir. Bu psikolojik savaş nedeniyle “aklına esen, kafası kızan”, HDP binası basmakta, katliam yapmakta ya da katliam girişiminde bulunmaktadır. Kürtçe konuştukları için insanlar linç edilmekte ve saldırıya uğramaktadır. Bu durum birkaç delinin, psikolojisi bozuk insanın işi diye geçiştirilemez, aklanamaz. Ortada, bilinçli planlı bir politika vardır ve bu politika bütün toplum için tehdittir. Faşizmin deliliği bir hastalık değil düpedüz ideolojik bir yaklaşımdır.
Bu anlamıyla faşizmin bireysel “deliler taburu” ya da örgütlü suç şebekelerinin terörüne karşı uyanık olunmalıdır. Faşizmin, ırkçılık ve şovenizmi kullanarak kendi iktidarını sürdürmeye çalıştığı, bu amaçla her yol ve yöntemi kullandığı unutulmamalıdır.