Kılıçdaroğlu, uzun tartışmalar sonrasında nihayet Millet İttifakı’nın Cumhurbaşkanı adayı olarak açıklandı. Kılıçdaroğlu’nun adaylığının toplumun farklı kesimlerinden kabul gördüğü anlaşılıyor. Bu kabulün ortak paydasının 21 yıllık AKP ve Erdoğan karşıtlığı olduğu söylenebilir. 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında fiilen uygulanan ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’yle kalıcı hale gelen otoriter rejimin bu karşıtlıkta önemli payı olduğu muhakkak. Ancak AKP ve Erdoğan karşıtlığının sadece otoriter rejime karşı demokrasi özlemiyle oluştuğunu iddia etmek yanlış olur; AKP’nin üzerinde mutlak egemenlik kurduğu devletin çürümüşlüğünün de bu karşıtlıkta etkisi olduğu yadsınamaz. Zira halk bu çürümenin bedelini, ekonominin çöküşe sürüklenmesiyle yoksullaşarak, işsiz kalarak; pandemiyi sermaye için fırsata çeviren politikalar nedeniyle yüz bini aşkın canını kaybederek; İstanbul Sözleşmesi’nin keyfi ve hukuksuz biçimde iptal edilmesinin ardından beş yüzü aşkın kadının erkekler tarafından katledilmesiyle azalarak ve nihayet depremde yüz bine yakın canın enkaz altında yardım çığlıkları atarak yaşamını yitirmesi ve milyonlarca depremzedenin çaresizliğe terk edilmesiyle ödedi. Çürümenin ödettiği bedeller ağırlaştıkça sadece AKP ve Erdoğan değil, bütünüyle “devlet” sorgulanmaya başladı; daha önemlisi, Kürt halkının yakından bildiği “devlete yabancılaşma” duygusu Cumhuriyet tarihinde belki de ilk kez toplumun geneli tarafında hissedildi.
Bu süreçte devletin kurucu partisi olan ve her koşulda devletin yanında saf tutan CHP’nin Genel Başkanı Kılıçdaroğlu daha önce hiçbir CHP başkanının yapmadığı bir şeyi yaptı: Bir yandan -doğrudan devleti değil ama- devletin kurumlarını açık biçimde sorgularken diğer yandan bürokrasiye hitaben “Bu suçlara ortak olmayın!” çağrısında buldu. Tüm bunları toplumun temel sorunlarıyla da ilişkilendirdi. Örneğin et ve süt fiyatlarındaki artış üzerine beslenme hakkı için Et ve Balık Kurumu’nun önüne giderken, KPSS sınavını dereceyle kazanıp, hakkı yenerek işe alınmayanlar için Milli Eğitim Bakanlığı’nın önüne gitti; ekonomide krizi derinleştiren kararları protesto etmek için Merkez Bankası’na, açıkladığı gerçek dışı enflasyon ve işsizlik rakamlarını eleştirmek için TÜİK’e gitti. Ayrıca SADAT’ın önüne giderek paralel ordu yapılanmasına dikkat çekti.
Kılıçdaroğlu’nun devletteki çürümüşlük üzerinden yürüttüğü muhalefet, özellikle devletin halkla bağlarının tamamen koptuğunun tüm açıklığıyla görünür olduğu deprem sonrasında, -CHP ve Kılıçdaroğlu’nu geçmişteki politikaları nedeniyle eleştirenler de dahil- toplumda geniş destek buldu. 3 Mart toplantısının ardından Millet İttifakı masasından kalkan Akşener’i yeniden masaya dönmek zorunda bırakan da toplumun Kılıçdaroğlu’na verdiği bu destek oldu.
Bugünkü “parti devleti” yapılanmasıyla uzlaşmayacağını beyan eden ve toplumdan destek alan bir cumhurbaşkanı adayı ile gidilen bir seçim; haliyle bu devlet yapılanmasından nemalanan üniformalı ve üniformasız bürokrasiyi, yandaş sermayeyi, cemaat ve benzeri kesimler ile devletin derinlerindeki unsurları tedirgin etmiştir. Akşener’in 3-6 Mart arasında partisindeki “Ülkücü abiler”in etkisiyle olduğu anlaşılan tutarsız tavırları; Bursa’da Amedspor’a yapılan organize saldırı ve bu saldırı sırasında tribünlerden verilmek istenen mesaj, giderek artan devletin dönüşme olasılığı karşısındaki tedirginliğin/korkunun ifadesidir. Bahçeli’nin partisinin grup toplantısında Amed’i tanımayan, Bursa’da sahayı savaş alanına çevirenleri kutlayan ve halka tehditler savuran konuşmasını da bu çerçevede değerlendirmek gerekir.
Bir tarafta bunlar yaşanırken diğer tarafta Kılıçdaroğlu’nun parti grubuna veda konuşmasında Şenyaşar ailesini anması, ama aynı zamanda Akşener’in Ülkücü damarından da söz etmesi; Akşener’in Fatih Altaylı’nın programında HDP’yi ötekileştiren açıklamaları; Demirtaş’ın Akşener’e açık mektubuna karşılık İYİP’ten gelen ve yine Kürtleri ötekileştiren “milletin çizgisi” yanıtı; AYM’nin HDP’nin hazine yardımı üzerine konulan blokeyi kaldırması ve 14 Mart’ta yapması gereken sözlü savunma tarihini ertelemesi vb. Kürt halkının ve HDP’nin içinde yer aldığı Emek ve Özgürlük İttifakı’nın değişim sürecinin gizlenmeye çalışılan öznesi olduğunu göstermektedir.
Seçimler yapılsın yapılmasın (seçim sonuçlanana kadar kaybedeceklerin seçimi engelleme ihtimali vardır); yapılırsa, sonucu ne olursa olsun, Türkiye geri dönülmez bir kavşaktadır. Bu kavşakta ya demokrasinin, özgürlüklerin önünü açacak; beraberinde refahın ve huzurun tesis edildiği bir yola girilecek ya da faşizmin karanlığına teslim olunacaktır.
Sözün özü: Türkiye büyük bir değişimin arifesindedir. Bu süreçte saflar artık netleşmiştir. Bir tarafta -ister Cumhur İttifakı ister Millet İttifakı içinden olsun- halkları ötekileştirerek Türkiye’yi faşizmin karanlığına itmek isteyenler diğer tarafta ise aydınlık bir gelecek umuduyla kadınların, gençlerin, emekçilerin, sosyalistlerin, Kürtlerin, Alevilerin ve diğer farklı inanç ve kimlikten halkların buluştuğu Emek ve Özgürlük İttifakı vardır!