Azad Barış
İster rıza gösterelim ister direnelim değişim ve dönüşüm, diyalektik bir döngünün parçası olarak gerçekleşen dinamik bir eylem, kaçınılmaz bir süreçtir. O nedenle içinde bulunduğumuz bu zor ve müşkül günlerin ebedi ve mutlak bir sessizlik anlamına gelmediğini, bu değişim ve dönüşüm dinamiğinin bir sonucu olduğunu ifade etmeli, bilince çıkarmalıyız. Korku ve sefaletin her veçhesiyle itham edilmeye çalışılan bu coğrafya insanlarının, kökleri bu kadim topraklara dayanan koca bir dilek ağacı gibi ansızın yeşereceğinden kimsenin şüphesi olmasın.
Devlet denilen illetin eliyle dizayn edilmiş ırkçılıktan mülteci karşıtlığına, doğa düşmanlığından kadın-kırımına kadar bütün kötülüklerin yekûnu öncelikli olarak yönetici kadroların fıtratlarıyla ilgili olgulardır ama en önemli etkenlerden biri de insan aklının devre dışı kalmış olmasıdır. Bu olguları bir yönetim dayanağı olarak gören “kurnaz ve açıkgözlü” yönetici tebaa, verili koşulları kendi kişisel ajanda ve avantajlarına göre kullandılar ve kullanıyorlar, çünkü varoluşlarının esas dayanağı buna dayanmaktadır. Bunu yaparken kin ve nefret üretmekten, şiddet kullanmaktan geri durmadılar ve duramazlar.
Siyasi tarihin güç kullanımına baktığımızda kin ve nefret söyleminin bir dışavurumu olan şiddetin diyalektik bir döngü olarak ortaya çıktığını görürüz. Tarihin bu geniş dönemecinde her zaman nefrete şiddet de eşlik etti, ama bugün bu her iki kavramın da hem temel yapıları hem de kompozisyonları tamamıyla değişti. Bugün sosyal kurgu olarak bilinen ulus-devletin müstakbel sahipleri her değişim karşısında bütün demokratik dönüşüm dinamikleri ve iddialarını büyük bir şüphecilikle karşılar, zamanın sinik siyasetine doğru çekerler.
Küresel anlamda diyalektik bir manzume olarak vuku bulan bu tür kontrastlar Türkiye özgünlüğünde, ötekinin temsili olarak Kürtlere karşı hayata geçirilmeye çalışılan ırkçılık üzerinden Cumhuriyet inşasının paralel bir projesi olarak öne çıkmaktadır. O günden bugüne zamanın yozlaşmış ve sinik siyasetine duyulan ihtiyaç ülkenin tamamını yaşanmaz bir cendereye dönüştürdü. Kendini ayakta tutma saikiyle hareket eden Cumhuriyet aynı tiksindirici mirası bütün ardıl yönetimlere devretti. O nedenle maddi değişimin büyümesi ve demokratik bir yapının vücut bulması hep engellendi ama hiç kimse bunun karşıtı olan toplumsal ve kültürel dönüşümlere engel olamadı. Yani ulus mistifikasyonuyla donanmış ırkçı odaklar her zaman ve her yerde var olabileceklerine inanabilirler ama değişimden yana olanlar onların ırkçı çarklarına çomak sokabileceklerini bilmeliler.
Kaba güç kullanmadan, gücü elde tutmanın ne denli zor olduğunu bilen muktedir ulusun ırkçıları hep şiddet aparatları oluşturma yollarını ararlar. Şiddetin bir yönetim aparatına dönüşüp dönüşmemesi hiç şüphesiz halkların bunun karşısında ne denli direngen köprüler kurabilecekleriyle ilgilidir. İster Batı Avrupa isterse Türklük üzerinden inşa edilmeye çalışılan aşırı ırkçılık olsun, aynı karanlık mağarada üretilmekte ve kendini hem teorik hem de pratik olarak aynı ırkçı saikler üzerinde olağanlaştırmaktadır. Yani, ötekiyi esas tehlikenin kaynağı ve tekinsizliğin mecazi sembolizasyonu olarak görmek. Tam da bu ırkçı hezeyan ve algı oluşturma stratejisi, zamanında hem büyük felaketi hem de Holokost’u mümkün kıldı.
Her yönüyle linç rejimini bindirilmiş kıtalar eliyle tahkim eden, pogrom sosyolojisi üreten ve kendilerini tanrılardan daha büyük gören ırkçılara karşı gerçek bir eşitlik ve özgürlük mefhumunu savunmanın dışında başka bir yol ve yöntem pek mümkün görünmüyor. Irkçılığın, faşizmin alacakaranlığında, başarının yollarından biri de toplumsal dönüşümün manevi bütünlüğünü öncelemek ve maddi değişimi dayatan ortak bir mücadele aksını oluşturmaktır. Aksi takdirde bütün bu saldırıları “tanrısal haklarının” (kendilerini tanrının yeryüzündeki temsilcisi olarak görmek) bir sonucu olarak halklara dayatacaklardır.
Yıkımların tarihi olduğu kadar yaratımların da tarihi olan Batı Avrupa medeniyetinin dönüşmüş olmasının sebebi, bütün bunlardan kısmen de olsa ders çıkarmasıyla ilgilidir. Nitekim, Batı Avrupa medeniyetinin toplumsal kurgusunun temel bir kabuk değiştirme sürecinden geçmiş olduğunu özellikle eşitlik, özgürlük, demokrasi, temel haklar, eğitim ve sağlık gibi sektörlerin uğradığı değişimlerden görüyoruz. Avrupa’nın şiddet baronları bin bir çeşit güç kullanımı ve hileleriyle bile bu değişimlerin önüne geçemediler. Sosyal sınıfların mücadelesi sonucunda eşitlik ve özgürlük başta olmak üzere temel hakların herkes için erişilebilirliği insanlık için hiç şüphesiz devrim niteliğinde kazanımlar olarak tarihe geçti. Buna rağmen etnik gruplar, halklar, mülteciler ve işçi sınıfı başta olmak üzere orta sınıfın tamamını hep ötekilik üzerinden disipline etti ya da majör sınıflar kendi ırkçı müesseselerini kurmak üzere kontrol cebirleri koydu.
Hiç şüphesiz kapitalist toplumun temel düsturu disiplinli yurttaşlar yaratmanın yanı sıra yurttaşların kimlik alışkanlıklarıyla uyumlu müdahale aparatları oluşturmaktır. İki yüz yılı aşkın süren bu dönemin, modernleşmeyle beraber yerini yeni yönetim aparatlarına bıraktığını özellikle teknolojik toplumun kültürel ve tüketim alışkanlıklarından görüyoruz. Nitekim, Habermas’ın “iletişimsel eylem teorisine” göre modernitenin toplumsal mefhumu hala süren dinamik bir süreçtir. Bu kuram aynı zamanda Deleuze’un “aşkın sosyolojik dönüşüm düşüncesini” haklı çıkarmaktadır. Yani salt düşünsel bağlamda bir teori olarak değil, bazı eksikleri olsa da yeni bir sosyal kurgu olarak kabul edilmelidir. Dolayısıyla modernite ve aydınlanmayı tarihe ait meseleler olarak görmemek gerekir, her ikisi de bütün yanlarıyla dinamik birer meseledir. Modernizm ve onun düşünce süreci bazı ilkleri terk etmememiz gerektiği anlamına gelebilir, ancak onları her seferinde yeniden yorumlamalı, yeni zorluklara karşı yeni yanıtlar bulmalı ve değişimlere hazır olmalıyız!