Zeynel Kete
Cumhuriyet modernitesinin ulus – devlet anlayışı farklı etnik kimlikleri, inançları, dilleri, tekleştirme siyasetini esas aldı. Bu siyasetin sonucunda görülmeyen zulüm, dökülmeyen gözyaşı, çekilmeyen acı kalmadı. Bu tekçi anlayış bugüne kadar farklı söylemler, araçlar ve aktörlerle devam etse de yönetmen hiç değişmedi. Muteber olmayan vatandaşlara yönelik baskı, partiler üstü bir devlet politikası olarak devam etti.
Dersim hem inanç açısından hem de etnik yapı bakımından tekçi anlayışa dayalı ulus yaratma projesine uymuyordu. Terbiye edilmeli, tedip (edeplendirme, hizaya getirme) edilmeliydi. Bu terbiye ve tedip projesi toplumda direnişle karşılaşınca, Cumhuriyet modernitesi din ile pragmatik ilişki kurarak arzulanan hedeflere ulaşmada dini araçlaştırdı.
Cumhuriyet, din ve devlet işlerini birbirinden ayırmaktan ziyade, dinin devletleştirilmesi politikalarını merkezine aldı. Cumhuriyet modernitesi için din, ulus – devlet anlayışının inşasında sözde istenmeyen ama ötekilerine karşı bir asimilasyon aracı olarak her zaman başvuruldu. 3 Mart 1924’te hilafet kaldırılır, aradan yirmi dört saat geçmeden 4 Mart 1924’te Şeyhülislamlık yerine Din İşleri Başkanlığı kurulması bu anlayışın somut bir ifadesidir. Bu anlayış seksen darbesinden sonra devam etti. Dersim’e vali olarak atanan; laik, çağdaş, modern, Atatürkçü olduğunu söyleyen, askeri kökenli Kenan Güven’in binlerce Dersimli çocuğu yatılı olarak Kur’an kurslarına göndermesi de bu anlayışın bir ifadesidir.
Son günlerde devlet erkanının Dersim’deki cemevi (cami evi) ve Munzur Üniversitesi bünyesindeki asimilasyon çalışmalarına Dersim ocak sistemine yönelik yeni bir sefer olarak bakmak gerekiyor. Reya Heq Kürt Alevi inancının temel değerlerine yönelik yeni bir konsept ile karşı karşıyayız. İç ve dış iktidar odakları el ele vererek toplumsal örgütlenme modeli olan ocak sisteminin son kalıntılarını dağıtmayı görev olarak almışlar.
Bugüne kadar inşa edilen barajlar, HES’ler, maden ocakları, kutsal mekanlara peyzaj çalışmaları, göçe zorlama siyaseti sadece köy ekonomisini (Rıza toplumu ekonomisi) yıkmakla kalmadı; en verimli arazileri, bitki örtüsünü, hayvan türlerini, arkeolojik dünyanın en güzel eserleri yok edildi. Bir toplum zamansız, mekânsız ve hafızasız bırakılmak isteniyor. Toplumsal imhalar kadar, ekolojik ve arkeolojik imhalar da gerçekleştirildi. Özellikle seksen sonrasında vali Kenan Güven’in bütün arkeolojik eserleri toplayıp götürmesi bu anlayışın bir sonucuydu.
Dersim’de ocak geleneğinin öldürüldüğü, unutulduğu, değersizleştirildiği bir Alevilik yaratılmaya çalışılıyor. Belki gelenek olduğu gibi yaşanmaz ama geleneğe dayanmadan da Hakikat inşa edilemez. Gelenek, güncel yaratıcı değerlerle beslendiğinde tarihsel, toplumsal yaşam hakiki anlamına kavuşur. Ocak kültüründen, kültürel direniş hattından uzaklaştırılarak toplumsallığı dağıtılan insanın baskı ve sömürü cenderesine alınması daha kolay olmuştur. Toplumu koruyan en büyük savunma gücü toplumsallığın kendisidir. Alevi inancında toplumsallığın merkezi ocak örgütlenmesidir.
Aleviler, Alevi kurumları, Alevilikle ilgili söz kuranların kendilerini bekleyen tehlikeleri doğru analiz etmeleri kendilerine yol açacaktır. Doğru analiz her şeyden önce sistemin “bilme sınırlarını” aşmak için gereklidir. Hakikat ve özgürlük arayışı da bu sınırların aşıldığı yerden başlar.
Aleviler bilmeliler ki, normal bir dönemden geçmiyorlar. İnsanlığa, toplumsallığı, doğaya, ana kadının kemaletine ait ne varsa yok edilmeye çalışıldığı bir dönemden geçiyoruz. Merkezi uygarlık güçleri, onların temsilcileri toplumun fikriyatını, zaman ve mekanını, vicdanını, ahlakını, edep ve ekranını bozduğunu görmeliler. Toplumu taksitle ölüme mahkûm ettiğini, toplumsal rızalık almayan bir yaşam tarzını, bir kültürü normalleştirdiği bu normalizasyonun dilini ve kadrosunu oluşturduğunu görmekteyiz.
İkrarsız ve rızasız yaşamın bir kesim tarafından kabullenmesi, normalleştirilmesi bu amaca uygun devşirmelerin yetiştirilmesi; ocak sisteminden uzaklaşıldığının, Pir – talip bağının koptuğunun nelere yol açtığının göstergesidir.
Nerede sorunlar ağırlaşmışsa, orada çözüm yolları da o kadar olgunlaşmış demektir. Çözümsüz sorun düşünülemez. Sorunların geliştiği zaman ve mekan koşulları çözüm koşullarını da beraberinde taşır. Toplum kendi içinde sınıflara ayrışabilir, hiyerarşi ve statü farkları ortaya çıkabilir, düşkünlük görünür olabilir, akıl olmaz birçok ahlaksızlığı yaşaya bilir, yolun kemaletine ters birçok davranış gösterebilir, şartlar ne olursa olsun her koşulda toplum var olmaya devam eder, hakikat yok olmaz.
Rıza toplumu perspektifine dayanarak yaşayan her birey “Hak meydanında” can olmayı hak edecektir.
İkrarından dönmek, yolu arsıza, hırsıza, nursuza düşürmek yol düsturu ile düşkünlüktür.