Modi, Trump ve Bolsonaro gibi isimlerin ardından iktidardaki milliyetçi-otoriter popülist liderler kervanına Boris Johnson da katıldı, T. May ’in istifasıyla boşalan İngiltere’deki başbakanlık koltuğuna oturdu.
Sağcı, ırkçı, cinsiyetçi ve sermaye aşığı
Yukarıda adları verilen ama aslında sayıları dünyada çok daha fazla olan bu liderlerin belirgin bazı özellikleri var: İkiyüzlülükle, seçkinlere karşı sıradan insanların, halkın çıkarlarını savunduklarını ileri sürerler; insanların korkularını ve duygularını manipüle ederler, onlara yalan söylerler (1).
Bu liderlerin bir diğer özelliği, iktidar olduklarında mevcut devlet aygıtını ele geçirerek, onu hem kendilerini, hem de çevrelerini zenginleştirmek için kullanmak, yani bir tür “ahbap-çavuş kapitalizmini” yaygınlaştırmak (2).
Ayrıca kişisel özelliklerinde de ortak yönler fazlasıyla mevcut. Trump ve Bolsonaro ırkçı, yalancı, mülteci düşmanı, cinsiyetçi ve homofobik söylemleriyle akıllara kazınmıştı. Johnson ise “kendini kontrol edemeyen, derbeder bir yaşam tarzına sahip, kronik yalancılığı ve uygunsuz davranışları yüzünden daha önceki işlerinden kovulmuş biri” olarak tanımlanıyor (3).
Ayrıca başbakan olmadan çok kısa bir süre önce, bir gece yarısı kız arkadaşı C. Symonds ile ciddi bir münakaşaya girmesi sonucunda bu durumdan rahatsız olan komşuların şikâyetiyle Symond’un evine polisin gelmesiyle bir skandala adı karışan bir politikacı (4). Bu kişisel özellikleriyle Johnson’un diğerlerinden farklı olmadığı ortaya çıkıyor.
İngiltere’de endişe ile karşılandı
Johnson’un başbakan olması, beklendiği gibi, İngiltere’deki emekçileri, ilericileri, solcuları, demokratları ve aralarında Türkiye cumhuriyeti vatandaşlarının da bulunduğu göçmenleri endişelendirdi.
Trump ve Johnson’un Çankırılı hemşerileri memnun
Ülke dışında Johnson’un başbakanlığına sevinenlerin başında ise ABD Devlet başkanı Trump geliyor. Trump, Johnson’un kararlı, zeki iyi bir politikacı, aynı zamanda da kendisinin İngiltere versiyonu olduğunu söyledi (5). Yani 1980’lerin başında Reagan ve Thatcher ile somutlaşan neo-liberal neo-otoriter Anglo-Sakson İttifakı bugünlerde Trump ve Johnson ile sürdürülüyor.
Johnson’un başbakanlığı Türkiye’de sadece Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından değil, Çankırı’nın bir köyünde yaşayan Johnson’un dedesinin köylüleri tarafından da memnuniyetle karşılandı (6).
Yurdum insanı Johnson’un başbakan olmadan önce Brexit karşıtı açıklamaları sırasında Brexit’i (aralarında Türklerin de bulunduğu göçmenleri İngiltere’den kovmak için istediğini belirten sözlerini duymadıklarından olsa gerek) sırf Osmanlı bir dedeye sahip olduğu için Johnson’u sahiplendiler.
Cockburn: Yumuşak darbe!
Britanyalı gazeteci – yazar P. Cockburn İngiltere’deki bu gelişmeyi (Trump’ın seçilmesine ilave olarak) 1920 ve 1930’ların demagog milliyetçi popülist liderlerin yükselişine ve başbakan olma biçiminden hareketle bunu bir tür yumuşak darbeye benzetiyor (7).
Monbiot: Ultra zengin yerli oligarkların dönemi
Tarihsel olarak adı burjuva demokrasisi ile anılan ülkelerin başlarında gelen Britanya’da böyle birinin (Muhafazakâr Tory Partisi’nden dahi olsa) nasıl başbakan seçildiğini, yine Britanyalı bir araştırmacı gazeteci-yazar G. Monbiot sermaye sınıfının değişmekte olan karakteriyle açıklıyor.
Monbiot’a göre (8), Johnson’un seçilmesinin asıl nedeni ülkedeki ultra zenginler. Çünkü bu zenginler paralarını ve medya güçlerini böyle politikacıları iş başına getirmek için kullanıyorlar.
Bir zamanlar orta düzey yöneticileri, teknokratları tercih ederken bugün büyük sermayenin “soytarıları” neden tercih ettiğini ise yazar, kapitalizmin değişmekte olan karakteri ile açıklıyor.
Ona göre, 1990’lerde ve 2000’lerde sermayenin baskın kanadı kârı sürekli kılmak ve sınıfsal çıkarlarını güvence altına alabilmek için teknokrat türden politikacıları ve hükümetleri kullanmayı tercih ediyordu. Bugünse büyük servetler girişimcilikle değil, miras ile, tekelcilikle, rant-kollayıcı faaliyetlerle, arazi, emlak, entellektüel mülkiyet hakları gelirleriyle, software, sosyal medya platformları, montaj hizmetleri gibi normalin çok üstünde kâr marjı ve rant sunan faaliyetlerle gerçekleştiriliyor. Ayrıca bu durum Rusya’daki oligarklarla sınırlı değil, küresel bir olgu haline geldi. Öyle ki sermayenin gücü artık oligarşinin gücüne dönüşüyor ve / veya sermaye gücünü oligarşiden alıyor (9).
Bu oligarklar istikrarlı bir devlet ya da kapitalizm değil, parçalanmış ve yeniden yapılandırılmış kaos içinde bir düzene ve yapıya sahip bir “Felaket Kapitalizmi” istiyorlar. Çünkü kaos böyle bir kapitalizmin çoğaltanı olarak işlev görürken, servet artık bunun üzerinden birikerek çoğalıyor.
Akıl dışı teşhirciler
Burjuva demokrasisinin kurumlarının, kurallarının ve işleyişinin bozulmasıyla yeşeren ‘Felaket Kapitalizmi’nden asıl olarak ultra zenginler yararlanıyor. Giderek dinamizmini yitiren, donuklaşan politik alan artık Trump, Johnson, Putin ve diğerleri gibi akıldışı teşhirciler tarafından işgal ediliyor. Dünyanın birçok Batılı ülkesinde insanların bir zamanlar ciddiye almayıp, gülüp geçtikleri karakterler işbaşına getiriliyorlar.
Chandrasekhar: seçkinlerin saldırıları başka bir görünümde devam ediyor
Bir başka anlatımla, neo- liberal politikalar piyasa köktenciliğini göklere çıkartan, ancak aynı zamanda da devleti, gelir ve serveti finans kapital ve büyük sermaye lehine yeniden bölüştürmede kullanan politikalar. Ancak bu politikalar bugün küresel çapta büyük ölçüde meşruiyetini kaybetti. Sadece yüzde 1’i zenginleştirirken, toplumun geri kalanını düşük büyüme ve resesyonla ezen bu politikaların seçenek olmadığı anlaşıldı. Bu Brexit ve Trump’ın iş başına gelmesiyle iyice açığa çıktı.
Diğer yandan bu gelişmeler neo- liberal seçkinleri durdurmaya yetmedi, tam tersine daha da azdırdı. İktidarın emekçiler tarafından alınabileceği korkusuyla, büyük sermaye grupları ekonomide karar alma mekanizmalarını ele geçiren hamlelerle neo- liberal projelerin çöküşünü önlemeye çalışıyorlar (10).
Standing: Rantçı ekonomi rantçı devlete yol açıyor
Standing’in anlatımıyla (11), artık rant ekonomisine dönüşen “Çürümüş Kapitalizm” ve onun çıkarlarına hizmet eden “Rantçı Devletlerden” söz etmek gerekiyor.
Böyle bir kapitalizmin özünde; özel sermaye gruplarının devletle kurduğu özel-sıcak ilişkiler, bağlantılar, kendilerine sunulan seçici sübvansiyonlar ve seçilmiş sermayedarlara kamuya ait malların-varlıkların devredilmesi, satılması, özelleştirmeler gibi uygulamalar var. Toprak ve su kaynakları, madenler çok uluslu enerji ve maden ve gıda şirketlerine uygun fiyatlardan satılıyor, devrediliyor. Böyle olunca da kâr –rant için bu doğa tahrip edilirken, yüzlerce yıldır halkın müşterek kullanımında olan bu alanlar yeni çitlemelerle halka kapatılıyor ya da fiyatlama yoluyla bu alanlar metalaştırılıyor.
En yaygın gelir biçimleri ise; topraktan, mülkten, sudan, madenlerden ve finansal yatırımlardan sağlanan rant gelirleri olsa da, borç faizi gelirleri, entelektüel mülkiyet hakları, yatırımlardan sağlanan sermaye kazançları, tekel kârları, devletçe verilen sübvansiyonlar, finansal ve diğer alanlardaki aracılık ve komisyonculuk gelirleri de rant gelirleri olarak ön plana çıkıyor. Böylece gelirlerinin büyük kısmını ranta dayalı faaliyetlerden sağlayan “rant ekonomisi” rantiyeye hizmet eden “rantçı devlete” dönüşüyor.
(Ankara Garı’ndan sonra Atatürk Orman Çiftliği’nin imar planı kapsamındaki kamu arazisinden de 555 bin metrekarelik bir alanın bir Cemaate yakın olduğu bilinen Medipol adlı bir şirketler grubuna verilmesi rant ekonomisi- rant-devleti uygulamalarının yaygınlığını göstermiyor mu?)
Bu tespitler ışığında, Johnson’un başbakanlığı kapitalizmde yaşanan değişikliklerle olduğu kadar, egemen sermaye yapısındaki değişimle de uygun düşüyor.
Kürkçü: Lümpen burjuvazinin suretinde bir dünya
- Kürkçü Johnson’un başbakanlığını “lümpen burjuvazinin suretinde bir dünya” olarak niteliyor:
“Saman sarısı saçları, portakala çalan ciltleriyle dünyanın geri kalanına ilk bakışta ne kadar yabancı görünseler de tarzı siyasetleri, söylemleri, antientelektülel ve özgürlük karşıtı zihniyetleriyle çok tanıdık” (12).
Ancak Johnson’u sadece rantiye sermaye gruplarının, İngiliz oligarklarının ya da lümpen burjuvazinin bir temsili olarak görmek önemli bir gerçeğin gözden kaçırılması gibi bir riski içeriyor. Bu ülkenin Thatcher yıllarında yaşadığı en keskin neo-liberalizm uygulamalarına geri dönülüyor olduğu gerçeği. Bu dönüş çabasının izlerini Johnson’un yeni kabinesinin bileşiminden görebilmek mümkün.
Andrews: Serbest piyasacılığa geri dönüş yaşanacak
Piyasacı bir düşüncü kuruluşu olan Institute of Economic Affairs’in (IEA) yöneticilerinden K. Andrews’e göre (13), Johnson yeni kabineyi en sert piyasacı kişiliklerden oluşturarak çok önemli bir iş yaptı (Thatcher’den bu yana bir ilk).
Böylece yeni kabinenin üyelerinin en az 14’ünün tam bir bireycilikten yana olan ve serbest girişim fikrinin şampiyonluğunu yapan Serbest Girişim Grubu gibi ultra liberal düşünce gruplarından oluşması piyasa sevicilerini mutlu ediyor.
Bunlar sadece anlaşmasız bir biçimde AB’den çıkmaktan yana değiller (Brexit), ayrıca devlet müdahalelerinin sona ermesinin, sermayeye verilen vergi indirimlerinin yaygınlaştırılmasının, özel sektöre daha fazla destek verilmesinin gerekliliğini savunuyorlar.
Seçmen-halk desteği: Neden?
Diğer taraftan gerek Trump, gerekse Johnson’un ve diğer milliyetçi -otoriter popülist liderlerin azımsanamayacak bir halk desteğine sahip oldukları da bir gerçek. Yani olay sadece büyük sermayenin, büyük medya gruplarının halkı manipüle etmesi olgusuyla açıklanamaz.
Bu konuyu bilimsel bir araştırma konusu haline getiren iki Britanyalı akademisyenin geçen yıl yayınladıkları bir kitap yol gösterici olabilir (14). Yazarlar Batı ülkelerinde geniş yığınların milliyetçi, otoriter, popülist lider ve partilere yönelmelerini uzun dönemli sosyal değişiklikler yaratma etkisine sahip aşağıda özetlenen dört faktörle açıklıyorlar.
Eatwell & Goodwin: Milliyetçi, otoriter popüler yönetimlere yol açan dört faktör
İlk olarak, Batı ülkelerindeki liberal demokrasi seçkinci ve bu halkta politikacılara ve demokrasinin kurumlarına olan güveni sarstı. Öyle ki yığınlar artık parlamento ya da hükümetlerde (hatta AB’de) kendi seslerinin duyulmadığına, kendi ihtiyaçlarının dillendirilmediğine inanıyorlar. Yani ciddi bir sisteme ve onun aktörlerine güven yitimi sorunu yaşanıyor.
İkinci olarak, (özellikle de yaşlı seçmenlerde olmak üzere) ülkeye olan göçler, mülteci akınları ve toplumdaki hızlı etnik değişimler tarihsel ulusal kimliklerinden kopartıldıkları ve alışıla gelmiş yaşam biçimlerinin ciddi bir tehdit altında olduğu algısına neden oluyor.
Üçüncü olarak, neo-liberal küreselleşme sonucunda gelir ve servet dağılımı adaletsizlikleri, eşitsizlikleri ve ekonomik sorunlar iyice arttı. Kitleler giderek daha fazla yoksullaştıklarına, yoksun bırakıldıklarına ve dışlandıklarına inanıyorlar. Bu da hem kendileri, hem de çocuklarının gelecekle ilgili olarak endişeye kapılmalarına yol açıyor.
Bu belirleme oldukça önemli çünkü iktidardaki merkez partiler neo-liberal küreselleşmeyi benimsediler ve buna uygun ekonomi politikaları uygulayarak, ekonomik sorunların ve eşitsizliklerin artmasına, halkların yoksullaşmasına neden oldular. Bu durum bu partilerin taban kaybetmeleri ile sonuçlanırken, hızla değişen dünya koşullarında kapitalizmin geleceğine ait belirsizlikler nedeniyle korkuya kapılan halk, bu korkularını çok iyi kullanan aşırı sağcı partiler ve hareketlerin eline düşmeye başladı (15).
Dördüncü olarak, sıradan insanların geleneksel ana akım siyasal partilerle olan bağları iyice zayıfladı. Bu partilere ve içinde yaşanılan sisteme olan yabancılaşma giderek artıyor. Bu nedenle de liberal demokrasinin “istikrarlı siyaset”, “güçlü ana akım partiler” ve “sadık seçmen” gibi temel özellikleri erozyona uğramış durumda. Artık insanlar ana akımın değil, giderek marjinallerin peşine düşüyorlar. Bu boşluğu şu ana kadar dolduran en becerikli kesim ise böyle sağcı milliyetçi popülist liderler ve partiler oldu (16).
Nitekim yıllardır İngiltere’de muhalefetteki İşçi Partisi işçilerin ihtiyaçlarını karşılamaya dönük öneriler geliştiremedi, küreselleşmenin yol açtığı sorunları doğru analiz edemedi ve emekten yana çözümlerle kitleleri yanına alamadı. Bu nedenle de bu halkın bir kesiminin sağcı parti ve politikacıların eline düşmesini önleyemedi (17).
‘Ekonomik güçlükler tezi’ tek başına açıklayıcı değil
Yazarların bu kitapta özellikle vurguladıkları bir diğer konu, genelde Sol tarafından ortaya atılan ekonomik eşitsizliklerin ve işsizliğin böyle bir sağ popülizmi yükselttiği iddiası. Yazarlar milliyetçi-popülist otoriter partilere yönelenlerin sadece işsizler, işsizlik yardımı alanlar ve Beyazlar olmadığını, her kesimden ve kimlikten, etnisiteden (farklı ölçülerde de olsa) kesimlerin bu sağcı hareketleri ya da liderleri desteklediklerini ileri sürüyorlar.
Bu bağlamda sadece kitlelerin ekonomik durumlarının iyileştirilmesinin (örneğin Keynesyen yeniden bölüştürücü ve istihdam yaratma politikalarıyla) milliyetçi-otoriter popülizmi ortadan kaldırmaya yetmeyeceğini vurguluyorlar.
Kısaca politik alanda temsil edilmediklerini düşünenler, artan göçler ve mülteci akımları nedeniyle tarihsel etnik kimliklerinin bozulmasından ve yaşam kalitelerinin kötüleşmesinden korkanlar; burjuva demokrasisi altında neo-liberalizmin kendilerini yoksullaştırdığını, aynı zamanda yoksunlaştırıp geride bıraktığını görenler, bu yüzden de mevcut politikacılarla her hangi bir özdeşim kurmak istemeyenler sağcı milliyetçi-otoriter popülizmin havuzunda buluşuyorlar.
Sonuç: Her alanda karşı mücadeleyi örmek önemli
Böylece sadece ne ekonomik, ne kültürel faktörler, ne işsizlik, ne göçmen-mülteci akımları, ne milliyetçilik, ne de kemer sıkma politikaları tek başına milliyetçi- otoriter popülizmin yükselişini açıklamaya yetmiyor. Böyle bir yönelimin 2008 Büyük Resesyonu’ndan önce başlamış olması bu yönelimin sadece kriz gibi ekonomik faktörlerle açıklanamayacağının bir kanıtı.
Trump, Johnson, Putin, Modi ve diğer otoriter, milliyetçi dinci popülist liderlerle ve partilerle cisimleşen bu gelişimin en tehlikeli yanı ise kısa vadeli, ya da gelip geçici olmaması.
Ekonomik faktörlerin dışında toplumun sosyal dokusuyla ilişkili faktörlerden besleniyor olması bu olguyla mücadelenin de çok yönlü olmasını gerekli kılıyor. Bu da ekonomik-demokratik ve ideolojik alanda güçlü ve örgütlü bir mücadelenin örülmesi ihtiyacını önümüze koyuyor.
DİP NOTLAR:
- Bu konuda bkz: Mustafa Durmuş, Büyük Değişim-Popülist Otoriterleşme, İMGE Kitabevi, 2019, s. 46-54: Luigi Guiso, Helios Herrera, Massimo Morelli, Tommaso Sonno, “The spread of populism in Western countries”, https://voxeu.org/article/spread-populism-western-countries (14 October 2017).
- John Feffer, “Why Is the Radical Right Still Winning?” commondreams.org (11 October 2018).
- Jeffry D. Sachs, “The Crisis of Anglo-American Democracy”, https://www.project-syndicate.org (25 July 2019).
- https://www.theguardian.com/police-called-to-loud-altercation-at-boris-johnsons-home (21 June 2019).
- https://www.thetimes.co.uk/article/boris-johnson-is-the-british-version-of-me-says-president-trump (24 July 2019).
- https://www.sozcu18.com/boris-johnsonin-koyluleri-kalfatlilar-sevindi (24 Temmuz 2019).
- Patrick Cockburn, “Why Boris Johnson is Even More Dangerous Than Trump”, https://www.counterpunch.org (23 July 2019).
- George Monbiot, “from Trump to Johnson, nationalists are on the rise – backed by billionaire oligarchs”, https://www.theguardian.com (26 July 2019).
- P. Chandrasekhar, “The Indiscreet Aggression of the Bourgeoisie”, http://www.macroscan.org ( Jul 4th 2018.
- Guy Standing, The Corruption Capitalism- Why Rentiers Thrive and Work Does Not Pay, Biteback Publishing, 2017, s. 3-5; 241-243.
- https://qoshe.com/yeni-yasam/ertugrul-kurkcu/lumpen-burjuvazinin-suretinde-bir-dunya-ertu (25 Temmuz 2019).
- Kate Andrews, “It’s the cabinet of the libertarian comeback kids”, https://www.thetimes.co.uk (26 July 2019).
- Roger Eatwell and Matthew Goodwin, National Populism-The Revolt Against Liberal Democracy, A Pelican Book, 2018.
- Mustafa Durmuş, “Brezilya: Popülist pragmatizmin çöküşü ve faşizmin yükselişi (1)”, Sendika63.org (20 Ekim 2018.
- Eatwell ve Goodwin, agk.
- Sachs, agm.