31 Mart ve 23 Haziran seçimlerinin ardından Türkiye yeni bir sürece girdi. Tarihinin en ağır yenilgisini yaşayan AKP cephesinde de, muhalefet tarafında da tartışmalar sürüyor, yeni yol haritaları çiziliyor. Bu koşullarda hazırladığımız dosyamızda, görüştüğümüz siyasi odaklar ve toplumsal kesimlere, öncelikle ‘şimdi ne olacak’ sorusunu yönelttik. Gelinen noktada, bir demokrasi cephesinin imkânlarını, mevcut muhalefet toplamının nasıl bir ittifaka dönüştürülebileceğini, bunun hangi temeller üzerine kurulabileceğini sorduk. Aynı çerçevede, yeni bir demokratik anayasa meselesinin nasıl ele alınabileceği de başka bir sorumuzdu. Ortaya çıkan tabloyu okurlarımızla paylaşıyoruz. Bugün İstanbul Mimarlar Odası ÇED Danışma Kurulu Sekreteri Mücella Yapıcı, Avukat ve ekolojist Arif Ali Cangı ve Ekoloji Kolektifi’nden Avukat Fevzi Özlüer ile konuştuk.
İnsanlar ‘Hayır’ demeyi öğrendiler ve buradan yürünebilir. CHP’nin de sol-sosyalist hareketlerin de ve herkesin bunu iyi değerlendirmesi gerekiyor. Yeni bir demokrasi cephesinin oluşması bir görev ve sorumluluk haline gelmiş durumda…
Mücella Yapıcı/İstanbul Mimarlar Odası ÇED Danışma Kurulu Sekreteri
Benim siyasetçi bir kimliğim yok, siyasal analizci de değilim ama ortaya çıkan değişim arzusu ile birlikte dünya kapitalist sisteminin içine sürüklendiği krizleri çözme metodu olarak ciddi bir anti-demokratik yönelimin bu değişim arzusu ile atbaşı gittiğini düşünüyorum.
Şu aralar incelemekte olduğum 2019-2024 arasını kapsayan 11. Kalkınma Planı’nın raporunda bu tespit, açıkça, biraz da ürkütücü bir biçimde yer almakta… Raporda, kabaca, dünyada parlamenter demokratik rejimlerden bir uzaklaşma ve daha otoriter rejimlere doğru kayma eğilimi olduğu belirtiliyor. Yani neoliberal ekonomik sisteme bağlı küresel ekonomik, politik politikaların çökmesiyle birlikte kapitalizm, baskıcı ve otoriter rejimlere daha korumacı ekonomik sistemlere ihtiyaç duyuyor. Ancak bu sermaye açısından sürdürülemez bir durum; çünkü özellikle varsıllar ve yoksullar, ülkeler bölgeler arasındaki uçurum gittikçe büyümekte, yaratılan savaşların yol açtığı tahribat ve göçler ciddi problemlere neden olmakta, bu gidişata ekolojik ve toplumsal krizleri de eklediğinizde sistem büyük krizlerle boğuşmakta. Kapitalist sistem krizlerden besleniyor ama kaosa dönmüş krizler, sistemin çarklarını da zorlamaya başlamış durumda… Bu zorlanmanın en önemli unsurlarından birisi de bütün bu olan bitene itiraz eden yeni çözüm yolları aramaya başlayan sınırlar, bölgeler ötesi ve uluslar üstü dayanışma… Artık hiçbir şey yerelde olup bitmiyor.
Gezi bir temel oluşturdu
Gezi de böyle bir şeydi. İnsanlar kenti ve yaşam alanlarını korumak için harekete geçtiler ve oradan büyük bir direniş doğdu; çünkü bu genel bir ruh halinin ifadesi oldu. Gezi’de kent halkı, partilerin, siyasal organizasyonların da ötesinde, dipten gelen bir tepkiyi ortaya koydu. Sonra ‘Hayır Meclisleri’ dönemi geldi. Çok büyük bir başarıydı.
23 Haziran aslında bütün bunların bir devamı olarak gerçekleşti ve evet, o da bir Gezi gibi gerçekleşti. İnsanlar daha derinden bir refleks olarak ‘Yeter’ dediler. Ekonomik kriz, yoksulluk, baskılar ve adaletsizlik… Bütün bunların hepsine birden ‘artık yeter’ dediler. Üstelik bunu çok değişik eğilimlerden insanlar bir arada ve aynı anda yaptı ve karalama kampanyalarından fazla etkilenmedi. “Bunlar gitmez, yıkılmaz” efsanesi çöktü, kazanma duygusunu birlikte yaşadı insanlar. Tabii ki burada özel bir parantez olarak Demirtaş’ı anmak lazım. Çok dar bir yerden doğru bakış açısıyla kıymetli müdahaleler yaptı. Aynı şekilde HDP’deki arkadaşlar da doğru bir yöntem izlediler.
Bu sonuç iyi değerlendirilmeli
Böylece ortaya yeni bir başlangıç için çok güçlü bir zemin çıktı aslında. İnsanlar ‘Hayır’ demeyi öğrendiler ve buradan yürünebilir. CHP’nin de, solsosyalist hareketlerin de ve herkesin bunu iyi değerlendirmesi gerekiyor. Yani şu ‘kahramanlar’ yaratma tarzını da terk etmek gerekiyor. İmamoğlu örneğin, doğru işler yapabilir, yapmayabilir, bunu bilemiyoruz şu anda… Buradaki en önemli husus tek bir insandan olağanüstü işler beklememek. Önemli olan bizim kendi dayanışmamızı koruyup güçlendirmemiz. Dayanışma dışında başka bir gücümüz yok bizim, gücümüzü birlikte mücadele etmekten alıyoruz. Üstelik bu, uluslararası anlamı olan bir dayanışma artık. Yani sonuç olarak yeni bir demokrasi cephesinin oluşması ki (ben bu cephe sözcüğünü pek sevmiyorum) bir görev ve sorumluluk haline gelmiş durumda… Burada tek engel yine bizleriz… Neoliberal ideolojinin etkisi altında kalmış gibi görünen sosyalist hareketlerin benmerkezci, yarışmacı, örgütsel tutum ve geleneklerinden bir an önce kurtulmaları gerekiyor…
İnsanlar artık yeter diyor
Küresel sermaye bütün bu yüklerden kurtularak yürümek istiyor. Mesela liberal ve parlamenter demokrasilerde bazı denge ve denetleme kurumları vardır. Devlet bürokrasisi, sendikalar, odalar… Bunlar iyi kötü denetim ve uyarı görevi görürler. Her ne kadar neoliberal devlet yapılanmalarında bu kurumlar zayıflatıldılarsa da artık bunların tümden etkisiz olduğu sermayenin dolayımsız iktidarda olduğu bir rejim arzusu var. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi bu durumun özeti gibi… Açıkçası Parlamento bile neredeyse ortadan kaldırılmış durumda ve bence Meclis’tekiler de artık orada çok anlamlı değiller.
Bugünlerde çokça konuşulan ve sistemi restore edeceği söylenen Anayasa değişikliklerinde parlamenter sisteme dönüşten daha çok devlet kurumunun daha da özelleştirecek, yerel ve yerinden yönetimler yerine merkezi idare ve sermaye kontrolünde olan bölgesel sermaye ajansları güçlendirecek değişikliklere gidileceğini düşünüyorum. Yani kapitalist işleyişi tamamen kamusal ve toplumsal denetimden çıkaran yollar bulmak istiyorlar ama öte yandan bunlar çok da sıkıntılı adımlardır.
Baskıcı ve otoriter rejimler inşası yolunda devam etme arzuları baskın görünüyor ama bu sürdürülebilir bir durum değil, çünkü artık çok ciddi bir uluslararası dayanışma gücü var. Dünyanın her yerinde insanlar ‘yeter’ deyip sokağa çıkabiliyorlar. Sonuçta, dayanışmadan başka şansımız yok. Hepsinin üstesinden ancak dayanışma ve mücadeleyle gelebiliriz.
Güç dengeleri süreci belirler
Av. Fevzi Özlüer/Ekoloji Kolektifi
Anayasal düzen içinde toplumsal mücadelelerin çelişki düzeyi bu beklentiyi ortaya çıkartır veya sönümlendirir. Türkiye’de egemen sınıflar, halk kitleleri ile yaşadıkları çelişkiyi iktisadi alanda kontrol edemediği her dönemde yapısal reform paketlerini gündeme aldı. Şimdi de durum bu. Güçler arasında denge durumunun doğma ihtimaline karşı yapısal reform hazırlıkları hızlandı. Yani hak ve özgürlükler budanmak istenecek. Çünkü Türkiye son neo-osmanlıcı politik macerasından iktisadi birikim elde etme fırsatlarını elde edemeden ayrıldı. Fakat politikanın temsilcileri bu durumun faturasını tüm halklara çıkartmak istiyor. Bu nedenle halkın son dalga hoşnutsuzluğu örgütlü bir politik mücadelenin konusu haline gelmeden, daha sert yapısal önlemeler alınıyor. Sonuçta, bir Anayasal değişiklik gündemi olacaksa bu teklif yukarıdan değil yoksul emekçi kitlelerden gelmeli. Halk kesimlerinden emekçilerin ve ezilenlerin yöneteceği bir Anayasa beklentim tarihsel olarak var. Olmak zorunda. Ama ya onların böyle bir beklentisi var mı?
Anayasa sonucun yazılmasıdır
Hiçbir Anayasa bir toplum sözleşmesi veya mutabakatı değildir esasında. Anayasa toplumsal güç dengeleri arasındaki çatışmanın belli bir anında kural koyma faaliyetidir. Türk anayasal geleneği içine henüz kolektif haklar temelinde bir bakış giremediği gibi klasik hak ve özgürlüklerin de alanı uygulamayla giderek daralıyor. Burada siyasal öznelerin kendi kurucu siyasetlerinin ve taleplerinin ortaya çıkamaması sorunuyla karşıyayız. Bu talepler bir kez kendini inşa etmeye başlarsa toplumsal sorunları dışlamayan anayasal hareket zemini ortaya çıkar. Çok iyi anayasaları olmayan toplumlar bu açıklarını her zaman toplumsal pratikleriyle denetler ve dengeler. Bizde bu denge ve denetim mekanizmalarının katılımcı olamaması kadar, bu derinlikte bir toplumsal güç olarak konsolide olamaması sorunu da var.
Kuralları kim koyacak?
Kural koymanın biçimi ve kural koyma olanağı, toplumun kendini yönetme iradesinin kimde olduğunun, o topluluğun nasıl bir yaşam sürdüğünün ip ucunu verir. Karşıdan karşıya geçerken, bir çocuğu sofrada sosyalleştirirken hep bu adı konmamış kurallarımız devreye girer. Bu adı konulmamış kuralların nasıl konulduğu, tarafların tespiti, uygulanıp uygulanmadığı önemlidir. İlişkilerinde kural koyan, bu kurallara uyan, uyulmadığında yaptırım uygulayan bir halk değiliz. Sermaye hareketliliğinin acımasız biçimlere büründüğü durumlarda veya kötü idare uygulamalarında da kurala uyulduğuna tanıklık etmek güçtür. Bu kabullenişin tarihi, sosyal, kültürel, dini nedenleri olabilir. Bunlardan bağımsız olarak söylemiyorum tabii. Yüzlerce yıl bir köyde bir ağaç dikmeden yaşayabilen, bir ahlat ağacı gölgesiyle şiirler, şarkılar, ağıtlar yakan bir topluluğuz. Zaman ve mekanla ilişkilenmemiz daha farklıdır. Bu nedenle de yazılı kaynaklardan çok teamüller, kendilikler ön plandadır. Bu teamülleri değiştirecek nesiller, teamüllere dayalı hareket alışkanlıklarından kısa sürede vazgeçmeyecek. Ama yoksul ve emekçi kitleleri kurallar korur, güçlünün ve egemenin zulmünden. Bu kuralları da zulme uğrayan belirlerse kural kural haline gelir, yoksa yönetenin keskin satırdır söz. Bu nedenle de en iyi kural bile askıda kalabilir. Kolektif ve temel haklara dair güvence sistemleri toplumun kamusallık algısının dönüşmesiyle sağlanacak. Bu nedenle kurala uymayan yöneticiden daha önemli kural talep eden ve toplumsallaşabilen halk kitlelerin varlığıyla sularımız, toprağımız korunabilir. Meselemiz yönetenler neden kurallara uymuyor değildir, yöneteni yasaya davet edecek olan “neden biz yönetmiyoruz ve kural koymuyoruz” eksenli bir güçlenmedir, bu sorun önceliklidir!
Önce özgürlük ortamı yaratılmalı
Av. Arif Ali Cangı/Ekolojist
31 Mart ve 23 Haziran seçimleri eksik de olsa muhalefetin Demokrasi İttifakı oluşturması sonucu umut verici sonuçlar yarattı. Bu gelişme tek adam yönetimine karşı yeni bir muhalefet dalgasını büyütebilir. Bunun için ilk aşamada iktidarı dengeleyip, denetleyecek mekanizmaların oluşturulması yolunda Demokrasi İttifakı güçlendirilmelidir. İfade özgürlüğünün güvenceleri sağlanmadan yeni bir anayasa tartışmasının zeminin olmayacağı kanaatindeyim. Soruna Çevre ve Ekoloji yönünden baktığımız zaman da durum farklı değildir. Tek adam yönetimi sağlıklı ve dengeli çevrede yaşama hakkının güvencelerini oluşturan anayasa ve yasal düzenlemeler ile bunları işletecek kurumları etkisiz hale getirmiştir. Bugün artık tüm koruma kurumları, planlama kurumları Başkana bağlı işlemektedir. Her şey Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile düzenlenmektedir. Bu haliyle Başkanlık rejiminde doğal ve kültürel değerlerin, sağlıklı ve dengeli çevrede yaşama hakkının güvencede olması mümkün değildir.
Dediğim gibi, öncelikle tam anlamıyla düşünceyi ifade ve yayma özgürlüğünün olduğu bir ortam yaratılmalıdır. Ardından anayasa yapma çalışmasına toplumun her kesimin özellikle sorun alanlarında çözüm önerileri olan kesimlerinin mutlaka katılması gerekir. Tabi ki tarım ve gıda söz konusu olduğundan üretici köylülerin, kent haklarına ilişkin kent hareketlerinin, çevre ve ekolojiye ilişkin çalışmalara ekoloji hareketlerinin mutlaka katılması gerekir.
Anayasa da uygulanmıyor ki
Ayrıca, mesele sadece anayasa meselesi de değil. Şu anki Anayasa’daki özgürlüğü, çevre ve ekolojiyi koruyan düzenlemeler uygulansa bu halde olmayız. Anayasa’da yetersiz kalınan noktalarda 90. maddesinin son fıkrası gereğince ‘üstün’ iç hukuk metni olan uluslararası insan hakları ve çevre koruma sözleşmelerindeki düzenlemeler sayesinde bu ülke pekala yaşanılası bir yer olabilir. Yani bugün Anayasa da uygulanmıyor. Devlet hukuk devleti olmak bir yana artık kanun devleti bile değil, ülkede polis devleti tanımına çok uyan olağanüstü bir yönetim var. OHAL’in bir yıl önce kalkmış olmasının hiçbir anlamı yok, Türkiye bugün halen OHAL döneminde, o döneme has düzenlenen KHK’lerle yönetiliyor. Yani kısacası demokrasiye geçemediğimiz sürece, çevre ve doğanın korunması, yaşamın sürdürülebilirliğinin sağlanması da mümkün değildir.
YARIN: ÖZGÜRLÜKÇÜ HUKUKÇULAR PLATFORMU’NDAN AYŞE ACİNİKLİ / HDP EKOLOJİ KOMİSYONU ÜYESİ CEMİL AKSU