Doğan Amed
Lafı eveleyip gevelemeden, sondan söyleyeceklerimizi en başından söyleyelim, Türkiye Cumhuriyeti tarihi, darbeler tarihidir ve tüm darbelerin nedeni Kürt sorunsalından kaynaklıdır; amacı da, bu sorunsalı şiddet ile imha etmek, ortadan kaldırmaktır!
“Yine yeşillendi fındık dalları” diye bir halk ezgisi var. Baharın gelişini hatırlatır, özellikle Karadeniz ve çevresinde yaşayanların diline pelesenk olur, her yılın belirli zamanlarında. Türkiye ve Türk siyasetinde, medyasında her darbe tartışmaları çıktığında, biraz olsun okuyup yazan herkesin aklına gelir bu ezgi ve müstehzi bir gülümseme alır yüzleri.
Türkiye’de darbe tartışmalarını tedavüle sokanların bilinç altlarında bu ezgi var mıdır, bilinmez, lakin gerek Cumhuriyet tarihi ve gerekse de, yakın tarih bizlere şunu göstermiştir ki, darbe tartışmasının tedavüle konulduğu an, darbenin başladığı ve yürürlüğe konduğu andır aynı zamanda ve bu tartışmalar, sözde darbeye karşı olduğunu belirtmeler, Cumhuriyet tarihinden bu yana biteviye sürüp gelen darbelerin maskelenmesi amacından başka bir şey gütmemektedir. İktidarı ve muhalefetiyle, tüm Cumhuriyet kadroları bunu bilir, bunu görürler ve fakat ortaya konan bu orta oyununda yer almaktan asla ve katta geri de durmazlar. Çünkü, sağcı-solcu-islamcı-liberal vb kendilerine taktıkları etiketleri ne olursa olsun, zihinsel yapılanmalar bir ve ardışıktır, adeta bir matruşka gibidirler!
Azıcık mürekkep yalamış herkes, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana bir darbe mekaniği ile yönetildiğini bilir ve fakat hiç kimse de, bu mekaniği durdurmak için parmağını dahi kıpırdatmaz, zira hem parmağın kırılma riski-tehlikesi vardır (bakınız Özal) hem de bundan beslenme, bundan nemalanma vardır. Bakmayın öyle “biz kefenimizi cebimize koyduk” edebiyatına, kefeni cebe koyma cesaretleri olmadığı gibi, hepsi de bunun bir kazanç kapısı olduğundan hareketle, geçim kapısının kapanmaması adına kırk takla atarlar. Nedensiz değildir, elbet tüm bunlar. Neden ise Cumhuriyetin kuruluş felsefesinde yatmaktadır.
Cumhuriyetin kuruluş felsefesi, içerisinde barındırdığı ırkçı-inkarcı ve asimilasyoncu öz ile bizzat bu darbe mekaniğini sürekli beslemekte, canlı ve diri tutmaktadır. Barış Ünlü, bu kuruluş felsefesini, “Türklük Sözleşmesi” çalışmasında detaylıca ele alıp deyim yerindeyse faş etmişti.
“Osmanlı Bakiyesi” denen topraklarda, ırk esaslarına dayalı yapay bir ulus devlet kurmak amacı güden böylesi bir sözleşmeyi hayata geçirmenin tek yolu; rejimin kendisini bu coğrafyada yaşayan başta Kürt halkı olmak üzere, tüm halklara ve emekçi sınıflara karşı savaş devleti biçiminde örgütlemek, eş deyişle kontrgerilla devleti olarak görülmüştür.
100 yıl önce, böylesi ırkçı-inkarcı bir felsefe ile ilan edilen Cumhuriyet, bu amaçlarına ermek için içte Kürt halkına karşı bir savaş mekanizması biçiminde, bölgede ise, kendisine devlet olma icazeti veren hegemon sistemin paralı askerliğini yapma temelinde kendisini konumlandırdı.
Ancak hayat ve kuram her zaman birbirine uymamakta ve acılar çekilse de hakikat ortadan yok edilemektedir.
Örnek olsun; Kürtler, tüm baskı, zor, imha, inkar ve talan uygulamalarına rağmen, yok edilememiş, asimilasyon uygulamaları fayda etmemiş, Türkleştirilememiştir.
Aleviler ve diğer azınlıklar tüm baskı ve zor uygulamalarına rağmen Sünnileştirmeye direnmiş ve var olmaya devam etmişlerdir.
Talan ve hırsızlıklar nedeniyle ekonomi dikiş tutmamıştır.
Başta parlamento, tüm kurumlar, asma yaprağı olmaktan öteye gitmemiştir.
Fakat başka bir şey olmuştur: 1. paylaşım savaşı sonrasında dinci-laik, liberal ve sermaye sahibi İttihatçı kadroların oluşturduğu koalisyon ile kendisini dört başı mamur bir savaş devleti olarak örgütleyen Türk devleti, 100 yıldır halklara karşı sürdürdüğü bu savaşta, Kürt halkı ve demokrasi güçlerinin (ne kadar varsa o kadar!) muazzam direnişi karşısında başarısız olmuştur.
27 Mayıs’dan başlayarak, 12 Mart, 12 Eylül ve ardı sıra gelen tüm darbeler, söz konusu başarısızlığın sonucudur. Tüm darbelerin ön günü ve darbe sabahlarında Kürt coğrafyasına ve Kürt halkına kin kusan söylemler ve askeri seferler bununla bağlantılıdır.
Bu, o anki hükümet ve muhalefet dahil, Türk siyasasının, akademi, medya, sermaye, sanat vb alanlarının neden darbelere karşı çıkmadıklarının-çıkamadıklarının da açıklaması olmaktadır, aynı zamanda. Darbe günlerinin-günlüklerinin arşivine, darbe sözcülerinin açıklamalarına, hedeflerine, darbe öncesi ve sonrası ilişki-görüşme trafiklerine bakmak bunu anlamak açısından yeterlidir. Anlı şanlı “politikacıların” “partilerin”, sermayenin, “sivil toplum kurumlarının”, “sendikaların”, “aydın ve akademilerin”, “medyanın” dilek ve temennileri, “huzurun tesisi” için göreve hazır oldukları mesajı ve dahi “geçici” hükümetlerde yer almaları, yaşanan orta oyununu göstermesi bakımından önemli verilerdir.
Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana Türkiye’de gerçekleşen tüm darbe ve darbe süreçlerinde öncesi ve sonrası ile yaşananlar, bunu çok rahatlıkla gözler önüne sermektedir.
Bugün de durum farklı değildir. 2014 yılından bu yana uygulanan “Çöktürme planı” başarısız olmuştur; esasında hiç durmayan ancak zaman zaman hızını azaltan darbe mekaniği, bu başarısızlığın ardından bugün bir kez daha vites yükseltmiştir. Tartışmaların artması bununla bağlantılıdır. Temel motivasyonu Kürt karşıtılığı olan Koalisyon (buna sözde muhalefet de dahil) motivasyonu bozulduğu anda, başarısızlıktan çıkış yolu olarak (esasında Kürtler açısından hiçbir zaman devreden çıkmayan) darbe mekaniğini yeniden devreye sokmakta bulmaktadır.
Ana muhalefet partisi genel başkanının havaalanından zırhlı mersedes ile MİT merkezine götürülerek brife edilmesi ve (“Dokunulmazlıkların kaldırılması ulusal ve uluslararası yasa ve sözleşmelere aykırıdır, ancak içimiz kan ağlayarak buna evet diyeceğiz”-Kılıçdaroğlu’nun sözü) dokunulmazlıklara evet oyu verdirilmesi de, yavru Asena tarafından yapılan “memleket masası” çağrısı da, çukura dönüşen “stratejik derinlik” kitabının sahibi ve partisinin kuruluşunun hemen ardından ilk açıklamasını yaparken Kürtlere hadsizce dil uzatması da, Kürt hareketini “milliyetçilik” etiketi vurarak kendince karalamaya çalışan, saray soytarısı olmaktan öte bir etkileri olmayan “komünist” ve “solcu” çay ocaklarının da, Kürt coğrafyasında doğmasına rağmen türsel dönüşüm yaşayarak kimliksizleşmiş kimi güruhların da, Kürtlere ait belediyelerin işgal edilmesi, Kürtlerin mezarlarının dahi parçalanmasına bir avuç namuslu insan dışında kahir ekseriyetle sessiz kalınarak onay verilmesi de bu koalisyonun geniş tabanlı yapısından kaynaklıdır ve darbe mekaniğinin nasıl işlediğini göstermektedir.
Lafı eveleyip gevelemenin manası yoktur; 2000’lerin başına gelindiğinde görülmüştür ki, Kürt halkına ve özgürlük mücadelesine karşı oluşan-oluşturulan, temel motivasyonu ve mottosu Kürt karşıtlığı olan, görülenden-sanılandan daha fazla katılımcısı bulunan bu koalisyon, Kürt özgürlük mücadelesine karşı başarısız olmuştur. Bu başarısızlık, rejim içinde ve dışında arayışlara neden olmuş, AKP-Erdoğan-Cemaat böylesi arayışların sonucu olarak vücuda getirilmiştir.
2002 yılı bu yönüyle rejimin Kürt özgürlük mücadelesine karşı kendisini revize etme yılıdır. “Yeşil zinde kuvvetler” yığınsal olarak koalisyona dahil edilmiştir. Koalisyonun sözcülüğüne AKP-Erdoğan getirilmiştir. AKP ve Erdoğan’ın ilk günden, Kürt inkarı ve Kürt katliamı ile yola çıkması (bakınız Rusya gezisi ve “düşünmezseniz Kürt sorunu yoktur” “kadın da olsa çocuk da olsa gereğini yapacağız”) bununla bağlantılıdır.
Ancak Cumhuriyet tarihinin en kapsamlı saldırılarına rağmen, kendisini revize etmiş olan Kürt karşıtı koalisyon, başarısız olmuştur. Ardından ise, kriz ve iç çatışma başlamıştır. 15 Temmuz bunun sonucudur. Yenikapı mitingi ve katılımcıları bu koalisyonunun tazelenmesidir. 15 Temmuz sonrası Kürt halkına yönelik olarak gündelik hale gelen darbeler bununla bağlantılıdır.
Dün olduğu gibi bugün de, savaş koalisyonunun içindeki kavga, devasa savaş aygıtına kimin hakim olacağı, savaş rantının kime-nereye akacağı-aktarılacağı kavgasıdır. 15 Temmuz öncesi ve sonrası el değiştiren milyar dolarlar bu aysberg’in görünen yüzüdür.
Savaş varsa, çürüme vardır; ve hiçbir savaş yoktur ki toplumsal çürüme yaratmasın, hiçbir savaş yoktur ki devlet ve toplum içerisinde çeteleşmeler meydana getirmesin, hiçbir savaş yoktur ki güç odakları yaratmasın ve yine hiçbir savaş yoktur ki, yönetenlerde güç zehirlenmesine yol açarak Firavun misali tanrı kral olma hevesi oluşturmasın!..
Gün gelir de, toplum bilimciler çürüme ve çeteleşmede Level atlamak, diye bir tanımlama yapacak olursa eğer, bu tanımın ifadesini bulacağı en iyi yer bu rejim ve bu sözleşme içerisinde yer alan kesimler olacaktır!..
Halklara karşı yürüttüğü kirli, haksız ve ahlaksız bir savaşta, yukarıdan aşağıya çürüyen, çeteleşen, savaş ağaları yaratan, bu savaş ağalarında güç zehirlenmesi meydana getiren bir sistemin geldiği noktadır, bugün yaşananlar.
O vakit, baştaki cümlemizi bir kez daha tekrarlayalım: Türkiye Cumhuriyeti tarihi, darbeler tarihidir ve rutine dönüşen tüm bu darbelerin nedeni de Kürt sorunsalından kaynaklıdır. Kürt halkına ve özgürlük taleplerine imha ve inkar ile yaklaşmak, bu politikaya direk veya sessiz kalarak dolaylı destek vermek, darbe mekaniğinin sürekli devinim içerisinde olmasına yol açmaktadır. Darbe karşıtlığında samimiyet, Kürt halkının özgürlük mücadelesine doğru yaklaşmaktır, ötesi koca bir yalan olmaktan öteye gitmeyecektir!..