İlk görüldüğünde gülümsemeyle karşılandı. Çok geçmesi gerekmedi, bu yumuşak ve gevşek ifade yerini endişeli, korkulu bir bekleyişe bıraktı. Alışılmadık bir durumdu, doğal bir şey gibi görünmüyordu. Kadını bir adam, adamı bir çocuk, çocuğu bir başka kadın, onu da bir başka erkek, onu ise daha büyük kalabalıklar izledi. Hızlı ve ardışık birbirini izleyen yüzlerce ayak, birbirine eklenen yüzlerce gövde… Başta pasifliğin göze çarptığı bir durumdu, ama katılanların sayısı arttıkça basınç da çoğalır gibiydi. Yine de bir süre sonra, her birinin etrafında hissetmesi gereken o hoş baskı, neşeli zamanlarındaki gibi birer parçası oldukları geleneksel oluşumla pek uyumsuz olduğu görüldü. Pratiği yapılmış aşina bir ritme tabi değildi, katılanları bir bütünmüş gibi yansıtan ve kendine her zaman bir nefes alma aralığı tanırken etkileri hep belirli bir süre sabitmiş gibi kalabilen o kitlesel yoğunlukta da bir tuhaflık vardı. Her şeyden önce şiddetle patlayana kadar birikerek artan eylem arzusunun doğal taşkınlığından izler taşımıyordu ve yaşayanlardan çok ölülerin ayaklanışını andırıyordu.
Ritim ile ölüm buluşmuş müziği susturmuş, adını da oradan kapmış. Bir sebep bulunamamış. Gizemi, tanrının zamansızlıktaki yorgunluğu; dokunuşu, kıymetsiz yalnızlığa sürülüşteki şeytanın alınganlığı. Dendiğine göre bin yıl önce Berburg çiftçileri başlatmış, iki yüzyıl sonra Erfurt kenti çocukları, sonra Maas Nehri sakinleri sürdürmüş. Almanya sınırlarını aşıp flaman, Fransız, Roma topraklarını ve sonra tüm Avrupa’yı yoklamış. Beşyüz yıl boyunca aradığı üne dört yüz kişiyi kendisine katan Frau Troffea adında bir kadın sayesinde, Strasbourg valisinin teşhisiyle ulaşmış. Veba damgası vurulmuş. Dans vebası! Ortada müzik falan yokken durduk yerde başlarlarmış, birini öteki, ötekini yüzler, yüzleri ise daha büyük kitleler izlermiş. Bilinçleri kapalıymış. Tutkulu ve ateşler içinde, ama bir yaşam belirtisinden yoksun. İlahi esinden çok, ilhamı iblisin esintisinden. Bitkinlikten düşüp göçünceye, kalp krizi geçirip soluksuz kalıncaya, felç olup ölünceye dans ederlermiş. Bir salgın, bir kara histeri.
Kitleler halinde dans ede ede ölmüşler. Garibanın ölümü danstan, eğlenceden, coşkudan, dinmez sevinçlerden olsun dedirten. Ama değil. Talihsizlerin pek de eğlenmemiş olması kuşkulu bulunmuş. Ne olursa olsun yine de bir sebebe dayanmalı, ama iyileşip kurtulanlar hatırlayamamış, davranışlarını açıklayamamış. Tanrının yeryüzündeki gözü, kulağı, dili olan kudretli ruhlar, ışığı gökten parçalayarak indiren tüm o ulu ağızlar iyileştirici duaları mırıldanmakla yetinmiş. O yüzden başta ilahi gizemlere ya da iblisin oyunlarına, sonra kitlesel histeri veya salgına, epilepsi veya sinir sistemindeki bir bozukluğa yoranlar olmuş. Uygar çağların büyük kafaları ise bu kitlesel çılgınlığın uzun ve sarsıcı buhranlara, kıtlık ve sefalet yıllarına, veba ve diğer salgın hastalık dönemlerine, savaş ve yıkım zamanlarına değil de bunlar atlatıldıktan sonrasına denk geldiğine dikkat çekerek karanlıkta kalmış olanı aydınlattıklarına inanırmış.
Kitlesel boyutu göz ardı edildiği sürece psiko-analizin şüpheye yer bırakmaz hükümran tanısı: “Her zaman ve her yerde var olan ani ve ağrılı ölüm olasılığı pişmanlık için duyulan dini arzuları çoğaltır ve aynı zamanda hala mümkün olabilen bir histerik eğlence arzusunu da uyandırır: Son bir dansın soğuk tesellisi. Ölüm dansı, bu her iki arzunun karışımı…” Son vaka, bundan dört yüz yıl önceye aitmiş. Dendiğine göre bir daha görülmemiş. Düğünlerin, şölenlerin, festivallerin anayurduna hiç uğramadıkları nasıl da belli. Üstelik fenomenin temel yönlerini özlü ve doğru bir biçimde açıkladığına inanmış çağın yüce kafalarını mahcup edecek bir süreklilik ve yoğunlukta. Hem yangın dinmemişken ve savaş görülmemiş bir acımasızlıkta sürüp giderken. Bağ ve bahçelerini, dağlarını ve ovalarını, tüm anayurdunu kendi elleriyle ateşe verirken, gün yüzü görmemiş oğullarını ve kızlarını gömerken. Uzaktan bakanlar gibi salgına yakalanıp iyileşmiş olanları bile arzunun dirilişine ve yaşamın devamlılığına sayıyor. Ama bir yaşam salgısı değil, salgının ölüm solgunluğu bu. Dans vebası diyorlar, soluksuz bırakıncaya elinden bırakmayan.