‘Üçüncü Yol’ aynı zamanda farklı bir siyaset yapma biçimiyse eğer, bu, farklı bir ‘siyasetçi’ tipine de denk düşer. Tam olarak söylenirse bu, ‘halk temsilciliği’dir. Halkın içinde yaşayan, yüzü sokağa ve meşru eyleme dönük bir temsiliyet
Seçimler kapıda artık. Bir yandan makro düzeyde ittifaklar, görüşmeler, programatik meseleler tartışılırken, bir yandan da yerellerde aday adaylıkları heyecanı sürüyor. Sanal medyada her gün bir yerlerden istifa ve adaylık hikâyeleri düşüyor önümüze. Siyasette rol alma çabası iyi tabii. Şu malum “Ben dürüst adamım, siyaset bana göre değil” laflarını oldum olası sevmemişimdir. Yahu asıl dürüstsen girmen gerekir bu işlere. Saçmalık yani. Neyse.
Tabii İttifak’ın uzlaşmasının ayrıntıları sahada nasıl tezahür edecek bilmiyorum ama HDP epeydir kendi tabanında eğilim yoklamalarını sürdürüyor, insanlara nasıl vekiller istediklerini soruyor; o süreç işliyor.
Üçüncü Yol: Nasıl siyaset?
Lafı uzatmaya, girizgâhlara gerek yok. Özellikle seçimler ve adaylar konusunda kafamdaki kişisel gözlem ve fikirlerimi epeydir kâğıda dökmek istiyordum aslında. Şimdi vesile oldu, yazıyorum. Baştan altını çizeyim; aşağıda yazacaklarım bir önem derecesine göre sıralanmış değil. Dediğim gibi, aklımda olanları, gözlemlerimden çıkardıklarımı rasgele kâğıda döküyorum; hepsi o kadar.
* Bence “Üçüncü Yol” siyaseti, sadece programlardan ve yüksek politik ilkelerden ibaret bir şey değildir. Bu yoldan yürüme tercihi, aynı zamanda Türk siyasetinin iki büyük kanalının dışında, “başka türlü bir siyaset yapma biçimi” ve dolayısıyla “başka türlü bir siyasetçi tipi”ne de denk düşmelidir. Nitekim HDP, süreç boyunca sokağı ve meşru eylemleri de kapsayan bir siyaset biçimini elinden geldiğince uygulamaya çalışmış, tabandaki sevgi ve bağlılığı da buradan üretmiştir. (Hatta konumuzla ilgisi yok ama mesela CHP’de bile ‘sahada olma’nın yarattığı etki gözlenebilir. Deprem sürecinde Zonguldak milletvekili Deniz Yavuzyılmaz’ın performansının topladığı takdir, buna örnektir.)
Bu noktada, aslında adı konulmamış da olsa ‘vekil’ kavramı ile ‘halk temsilcisi’ kavramı arasında belirgin bir fark oluşmuştur. Kanımca bu iki kavram arasındaki fark, önümüzdeki süreçte HDP için yol gösterici olmalıdır. Listeler düzenlenirken daha fazla ‘halk temsilcisi’, daha az ‘vekil’ ilkesi gözetilmelidir. Evet, büyük bir kitle partisinde, karmaşık bir yelpaze olur, bunu anlıyorum. Tabii ki 70’ini aşmış değerli bir akademisyen hocamız listede olursa, belki ondan tersane direnişlerinde, Cizre köylerinde tam bir performans beklemeyebiliriz ama bana sorulursa eğer, örneğin 100 kişilik bir meclis grubunda 10-15 üye böyle olsa da 80-90 üye, ‘halk temsilcisi’ sıfatını taşımalı, halkı doğrudan temsil eden, sahada onunla birlikte yaşayıp düğünden cenazeye ve sokak eylemine kadar, futbol deyimiyle ‘sahada basmadık yer bırakmayan’ elemanlar olmalıdır. Önümüzdeki sürecin sertliği de bunu özellikle gerektirmektedir.
HDP halksa eğer…
* Bu yaklaşım, ister istemez sınıfsal pozisyonların da önemini ortaya koyar. HDP’nin bir kitle partisi olduğunu ve böyle bir partinin toplumun çeşitli sınıflarından oluşan bir mozaikle yürüyeceğini bilmiyor değilim. Bağlar da, ’75. Cadde’ de Amed’e dâhildir, onu da biliyorum. Ama bence ‘Üçüncü Yol’ diğer iki yolun yüz yıllık ilkesi olan “halkı okumuşlar ve ekabir tayfası temsil eder” anlayışına teslim olamaz. ‘Üçüncü Yol’ adı üstünde ‘Üçüncü Yol’dur ve halkın bizzat kendisini temsil edemeyeceğini, öyleyse ona avukatlardan, müteahhitlerden, kasaba eşrafından ‘kayyumlar’ atanması gerektiğini düşünemez. ‘Halk temsilcisi’ kavramı, tam da bu nedenle önemlidir. HDP, bu mantıkla, çalışan kesimlere, sokaktan gelen ve sokağa yatkın halktan insanlara (ki sahadaki parti emektarlarının çoğu bu sınıfsal kökenden gelmektedir, sokakta eziyet gören insanlar da onlardır) daha fazla ağırlık vermeli, halkın kendi çocuklarıyla kendini doğrudan temsil edebildiği bir yolu tercih etmelidir.
* HDP halkçı bir kitle partisiyse eğer; yukarıda vurguladığım gibi içinde renkli bir yelpazeyi barındırması kaçınılmazdır ve bu renklerden birinin de ‘liberalizm’ olması mümkündür belki. Ancak, burada kritik nokta, dünyada ve Türkiye’de liberal düşünme biçiminin artık halkçı partilerdeki zemininin minimuma düşmesi meselesidir. Özellikle pandemi süreci ve yerelde de deprem hadisesi, vahşi kapitalizmin yüzünü o kadar çırılçıplak bir şekilde ortaya koymuştur ki, bu koşullarda artık liberalizmin, halkın öfkesini çekmeden bir cümle kurabilmesi imkânsız hale gelmiştir. İşlerin gitgide daha da vahşileştiği koşullarda, kendini sosyalist olarak tanımlamayan bir halkçı partinin de, liberal cenahtan mümkün olduğunca uzak durması, şakayla karışık söyleyeyim, bir ‘can güvenliği’ meselesidir. Çünkü eğer işler böyle giderse, bir pandemi-bir deprem daha yaşarsak, insanlar gerçekten de ellerine sopayı alıp kendilerine ‘serbest piyasa’dan söz eden herkesi dayaktan geçirecektir! (Belki fiziki anlamda değil ama neoliberalizmin şampiyonu olan kimi Avrupa sol partilerinin seçmenden yedikleri politik ‘dayaklar’ bunun habercisidir.)
Kavramlar anahtardır
* Bu noktada, mesleki deformasyon meselesi de önemlidir. Sevdiğim insanları gücendirme riskini göze alarak özellikle ‘hukuk’ ve ‘iktisat’ alanlarında bunun ciddi bir sıkıntı olduğunu belirtmem gerekiyor. Meslekten hukukçuların çoğu zaman sorunları ‘hukuk sınırları içerisinde’ düşünme alışkanlığı, sokaktaki her durumda ısrarla ‘müzakere’ ve uzlaşma yolunu tercih etmeleri; meslekten iktisatçıların ise klasik iktisadın kavram setini terk etmekte zorlanırken milyonların talebine denk düşen halkçı/radikal/komünal adımları kavrayamaması yeterince ciddi sorunlardır.
* Konuyla ilgisi yok gibi görünebilir ama dil politikanın dışavurumuysa eğer, şu ‘sayın’ meselesine de bir bakmak gerekiyor. Bilindiği gibi, ‘sayın’ kavramı, Kürt halkının Öcalan konusundaki hassasiyetinin bir sonucu olarak ortaya çıkmış ve mahkeme içtihatlarına bile girerek bir kazanıma yol açmıştı. Kürt halkı böylece, ‘önderlik’ olarak benimsediği kişinin, en az diğer politik aktörler kadar saygın olduğunu öne sürerek ısrarcı olmuştu. Ancak daha sonra, bu özgün olgu, tuhaf bir şekilde genelleşti ve Kürt siyasi hareketinin geleneklerine de aykırı olarak herkesin ‘sayın’laştığı bir noktaya vardı. Üç gün önce ‘Ahmet abi, Ayşe abla’ dediğimiz insanların seçim gecesinden itibaren “Ahmet vekilim, Sayın Ayşe’ olması, bana göre, tam da siyasetin diğer iki yolundan iktibas edilmiş davranış biçimleridir ve “Üçüncü Yol” tarafından benimsenmemelidir. HDP’li vekiller, kendi aralarında olduğu gibi halkın arasında da bu sıfatları kullanmamalı, halkı da buna teşvik etmelidir. Mithat Hoca’nın ilk günden beri yerleştirmeye çalıştığı ‘Hoca’ kavramı, bu açıdan iyi bir örnektir ve sürdürülmelidir. İdris Baluken’e seçim çalışması sırasında kazağını sıyırıp böbreğini gösteren yurttaşın fotoğrafı da efsane bir fotoğraftır ve bir başka mükemmel örnektir.
* “Değerli şahsiyetlere öneri götürme” şeklinde ifade edilen genişleme politikası doğrudur, yerindedir. Ancak burada ‘değerli şahsiyet’ kavramı ile adı kötüye çıkmış ‘ünlü’ kavramı arasında kesin bir ayrım olmalıdır. Ülkemizde çok değerli insanlar vardır, bu insanları partiye kazanmak ve onların birikimlerinden yararlanmak mutlaka gereklidir ama bu tercihler, halkın da içine sinmeli, tercih edilen insanların gerçekten halkın dostu olmakta ısrar edeceğine aklı kesmelidir. Yoksa ‘şöhret transferi’ Türk siyasetinde yaygın eğilimdir, ancak şimdiye kadar futbolcu vekillerin futbola, sanatçı vekillerin sanata dair ciddi bir iş yaptığına rastlanılmamıştır. Alpay Özalan hariç:)
Emeği yüceltmeliyiz
* Türk siyasetinin son 70 yılında sendika başkanlıklarının parlamentoya geçiş için tramplen işlevi görmesi, bilinen bir gerçektir. Uzak geçmişte Türk-İş’ten Adalet Partisi’ne, daha sonra Türk-İş ve DİSK’ten CHP’e doğru gerçekleşen akış, AKP döneminde Hak-İş’ten geçişlerle de sürmüş ve bütün bu süreçlerin de işçi sınıfına üç kuruşluk hayrı olmamıştır. HDP, DİSK ve KESK boyutunda da, Barolardan insan hakları kurumlarına kadar diğer alanlarda da bu yerleşik düzeni sürdürmek zorunda değildir. Kimse sendika, kurum başkanlığını otomatik geçiş vizesi olarak düşünemez, düşünmemelidir. Bütün bu alanlardan tabii ki insanlar meclise taşınabilir ama bu süreç, emek tabanlı olmak zorundadır. Buradaki paradoks şudur: Herhangi bir X sendikasındaki yönetici, sendikayı geliştiriyorsa, aman orada kalsın! Yok, geliştirememişse, partiye niye gelsin?
Bana göre parti, özellikle son birkaç yılda meşru mücadele yöntemlerini kullanarak hayranlık verici bir performans gösteren ve bir anlamda sendikal alanda ‘Üçüncü Yol’ açmaya çalışan inşaat, depo-market ve enerji alanlarındaki emekçilere özel bir dikkat göstermeli, bu alanlardaki genç enerjiyi (mümkünse soldurmadan!) değerlendirmelidir.
* Bu arada, aslında söylemeye bile gerek yok ama yine de üzerinden atlamayayım. Herhangi bir dönemde partide büyük ya da küçük görev teklif edilmiş ve bunu geçerli bir sebep olmaksızın reddetmiş olmak, kesin olarak veto sebebi olmalıdır. Zor dönemlerde insanların ilçe yöneticiliğine gelmediği yerlerde, seçim öncesinde başlayan hareketlilik, dikkatle izlenmeli, analiz edilmeli ve bu süreçlerde yük taşıyan insanlara haksızlık edilmemelidir. Aynı şekilde, aday adaylarının, adaylık için tercih edilmediklerinde de parti için çalışıp çalışmayacakları ciddi bir kriterdir ve dikkatle izlenmelidir.
* Özellikle parti bileşenlerine yönelik olarak (çoğu zaman parti dışından pompalanan) ‘sırtta taşıma’ söylemi kesin olarak reddedilmelidir. Bu konuda kötü örnekler yaşanmış da olsa, eskilerin dediği gibi ‘su-i misal, misal değildir.’ HDP’ye gönül veren milyonlarca insan, hangi etnik köken, hangi partiden gelirse gelsin, yağmur çamur demeden 7/24 her yere koşmaya çalışan temsilcilerini değerlendirecek ferasete sahiptir ve değer verdiği insanları da gerekirse sırtında taşır. Yeter ki bu insanlar, o noktaya sadece siyasal hukuktan değil, gerçekten emek üzerinden gelsinler ve kendilerine gösterilen güveni boşa çıkarmasınlar.
* Radikal demokrasi perspektifiyle toplumsal hareketlere yaslanma iddiasında olan bir parti olarak HDP, şüphesiz ‘kesim temsiliyetleri’ne önem verecektir. (Kadınları bu fasıldan saymıyorum çünkü kadınlar zaten parti grubunun net olarak yarısını oluşturmalıdır.) Burada da kanımca asıl sorun yine yeterlilik sorunudur. Barış Anneleri’nden ÖHD’li avukatlara, tutuklu ailelerinden Alevi ve Ermeni toplumuna ve demokratik İslam hareketine kadar böyle birçok kesim vardır. Bütün bu alanlardaki risk, tercih edilen ve bazıları simge olan insanların vekillik görevini yapıp yapamayacağıdır. Çok sevdiğimiz bir Barış annemizi meclise taşıyabiliriz mesela ama orada kendini ‘sudan çıkmış balık gibi’ hissederse eğer, bu kötü bir tercih olur, vb… Ayrıca, bazen olduğu yerde iyi çalışan insanları orada bırakmak daha doğru bir yaklaşımdır. Dolayısıyla, bu konuda, hem ‘kesimi temsil yeteneği’, hem de siyasal altyapı ve yeterlilik dikkate alınmalıdır.
***
Evet… Benden bu kadar. Aklım fikrim bu kadarına yetiyor benim.
Benim gibi partiye ön kapıdan girip ‘ihtiyaç fazlası’ olarak arka kapıdan postalanmış (!) birinin aklına bu kadarı geliyorsa, yıllardır bu işin içinde olan insanlarda ne akıllar vardır kim bilir?
E, parti de budur zaten. Akılların buluşması.
Öyle değil mi?