M. Ender Öndeş
Gezi Parkı’ndaki direniş kırıldıktan birkaç gün sonraydı sanırım ya da ertesi gün; Galata civarında rastladım ona, abime… İstanbul’da biz hep öyleydik zaten. Bazen bir yıl doğru dürüst görüşmeyip 1 Mayıs’ta ‘kortej teğetleri’ sırasında birbirimize rastladığımızda, “Pek azmışsınız birader, adam lazımsa verelim” gibi tuhaf espriler yapardık. O gün de gaza boğulmuştu her taraf. Galata Kulesi’ne yakın bir yerde yığılmış, nefes alamaz haldeydi; kafasındaki kaska bir şey mi ne isabet etmiş, onu gösterdi. Ben yine “Abi senin emekliler kahvesinde domino oynama zamanın geldi” diye dalga geçtim, o da sövdü bana. Sonra bir karıştı ortalık, kaybettim gaz bulutlarının arasında.
Önceki gün tümden kaybettim ama. Gitti. Bu dünyadaki eziyeti sona erdi. Hep benim peşimden koşardı. 1980 Şubat’ında ‘gerekli muamelelerden sonra’ kolum sargılı olarak adliyeye getirildiğimde, koridorun dibinde gördüm onu. “Aslan birader, benim için adliyeye gelmiş” diye sevindim çok, el sallayıp seslendim. Yanındaki polisleri gösterdi: “Olum beni de aldılar lan!”
Böyle bir maceraydı işte onunla yaşadığımız. Bu kez ben onun peşindeydim, bizimle kalması için elini bırakmamaya çalıştım ama olmadı. Beceremedim.
Şimdi, neredeyse onun yaşında olan Mücella’yı izliyorum mahkemede, dimdik duruyor o yaşına rağmen. 18 yıl verdiler Mücella’ya. Aceleleri de vardı hem, tutup götürdüler hemen. Üstelik bunu, 91 kişinin katili Hizbullah kasabını sokağa saldıkları gün yaptılar.
Her şeyin açık seçik görülebilmesi için daha ne olmalı bilmiyorum.
Bu coğrafyadaki zalimlerin ve mazlumların saflarının tam olarak netleşmesi, kutup çizgilerinin doğru yerden çizilmesi için başka ne yaşanmalı gerçekten? 1915’ten 1930 Zilan’a ve 1938 Dersim’e, Sansaryan Han’dan 1977 Taksim’e, Ankara Garı’nın önünden Şengal’e kadar olup bitenler arasındaki paralelliğin açıkça görülebilmesi için daha ne olmalı?
Bütün bunlar, bir uçtan bir uca milyonlarca insanın kaderini bir zincir gibi birbirine bağlamıyor mu? Bu zinciri herkes fark etmeyebilir, anlarım ama siyasi güçlerin fark etmemesi affedilebilir mi?
Çok net: Artık kimse, şurada laikliği koruyalım, öte yanda kan gövdeyi götürsün diyemez. Artık kimse, şu ormana kendimizi siper edelim, beri taraf yansın kavrulsun diyemez. Artık kimse, burada kadına şiddete karşı çıkalım, birkaç yüz kilometre ötede uzman çavuşlar istediği haltı yesin diyemez. Sivas’ı yakanlarla Suruç’u kana bulayanların aynı kişiler olduğunu, Kemal Kurkut’u vuran silahla Berkin’i katleden silahın aynı marka olduğunu, Pınar Gültekin’le İpek Er’in kız kardeş olduğunu görmemek, akıl tutulmasıdır.
Mesela, evet, kadın cinayetlerinin asli faili erkek düzenidir, o sabit zaten, elde bir ama o faillerin çoğunun parmaklarıyla aynı işareti yapıyor olmaları rastlantı değildir; uyuşturucu ticareti bu topraklarda yüz yıllık bir sorundur elbette ama şimdi, şu anda her zehir baronunun aynı kişilerle poz poz fotoğrafının çıkması da rastlantı değildir. Bu ülke böyle yönetiliyor çünkü. Artık işler böyle. Ankara’nın doğusundan bakıldığında bunlar zaten uzun süredir netti ama şimdi, buradan oraya bakınca da flu bir manzara yoktur.
Ve bu ülkeyi yönetenler, an itibarıyla o oturdukları yeri terk etmeyeceklerini deklare etmişlerdir. Yaptıkları yapacaklarının teminatıdır ve vitesi daha da yükselteceklerinden kimsenin şüphesi olmasın. Yakında herkes HDP’yi savunmamanın ağır bedelinin ne olduğunu da öğrenecek; HDP binaları basılıp insanlar öldürülürken sesini çıkarmayanlar o çok özledikleri ‘sandık’ günlerinde kendi binalarını koruyabilmek için akla karayı seçecek. Yakında herkes, her askeri operasyonda, her ‘milli’ mevzuda iktidarın yancılığını yapmanın da bir işe yaramayacağını öğrenecek.
Karşımızdaki güç, iktidarda kalabilmek için her şeyi yapabileceğini, bunun için kendisine hiçbir sınır koymadığını açıkça ortaya koymuştur ve bugünkü durum karşısında ‘az kaldı, bekleyin’ diyenler kör değil, düpedüz dolandırıcıdır. Bugün hâlâ, durumun düzelmesi için Edirne’nin batısındaki ‘endişeli’ güçlerden medet umanlar, her küçük kıpırtıda “Ankara’da bir şeyler değişiyor” kehanetleri savuranlar da, artık saflığın çok ötesinde, bildiğin yalan tüccarlarıdır.
Gerçek ortadadır. Gerçek Çağlayan’da verilen kararda ve hakkında karar verilenlerin söylediklerindedir. İkisi de net. Bizim yapmamız gerekense, hiç sağa sola çekiştirmeden hangi tarafta durduğumuzu, durmakla kalmayıp yürüdüğümüzü göstermektir.
Artık durmak, çürümektir.