Geçtiğimiz günlerde İzmir’in Selçuk ilçesinde barakadan bozma bir evde çıkan yangında yaşları 1 ila 5 arasında değişen beş çocuk can verdi. Çocukların babası çeşitli suçlardan hapisti, anneleri hurda toplayarak geçimlerini sağlamaya çalışıyordu. Çocukların trajik ölümü havuz medyadan AKP’li siyasetçilere uzanan bir korodan yükselen kakafoniyi tetikledi.
Çünkü fail belliydi!
Fail, bu düzenin kendisiydi. Bu düzenin toplumsal-insani yıkımla beslenen doğası…
Böyle olduğu için ilk elde suç anneye yüklendi. Kutsallaştırılan, ideolojik-siyasal roller yüklenen anne figürüne uymuyordu annenin yaşamı. Söylendiği kadarıyla uyuşturucu kullanıyordu. Hem ne diye kapıyı çocukların üzerine kilitleyip gitmişti ki?
Medyanın konuşturduğu şahısların meseleyi bu noktalara daraltan yaklaşımları manşet muamelesi görerek düzenin ihtiyaç duyduğu anne imgesi yeniden kurgulanmaya çalışıldı. Kapitalist barbarlığın her faciadan bir yarar çıkarma refleksi bu trajedide de sergilendi. Anneliğin de çocuk bakımı ve ailenin de başka üretim ilişkileri içinde bambaşka anlamlar kazanabileceği, tüm çıkar ilişkilerinin dışına çıkarak insanca özüyle yaşanabileceği, dahası toplumsallaşabileceği gerçeğinin üzerini hırsla kapatma telaşıydı bu aynı zamanda.
Onu bırakalım, mevcut kapitalist üretim ilişkileri içinde yapılabilecekken azami kâr dürtüsüyle yapılmaktan imtina edilenler bile karartılmaya çalışıldı. O annenin işsizliği, çocuklarını bırakabileceği güvenli bir kreşten-çocuk yuvasından mahrum olması, iş bulamıyorsa bile beş çocuğuyla birlikte belirli bir sosyal güvencesinin bulunmayışı bu gürültü içinde önemsizleştirilmek istendi. Son noktada sorun, “o çocukları devlet neden almadı?”ya bağlanıverdi. Devletin aldığı çocukların başına gelenler ortadayken!
Günübirlik-belirsiz-yarını olmayan, hayatın-toplumsal ilişkilerin dışına süpürülen devasa bir işsiz işçiler ordusunun en altındakilerinin hatta onların bile dışına süpürülmüşlerin trajik hikâyelerinden biriydi oysa yaşanan.
Yangında ölen beş çocuk ve anneleri de her gün çöpleri karıştıran, kâğıt-hurda toplayan, bunları bulamadıklarında aç kalan, sokaklarda dilenen, sokaklarda yatıp kalkan ve sayıları sürekli artan bir ordunun mensubuydu. AKP’li Özlem Zengin gibilerinin düzenin faş olan en soğuk, en kara yüzü karşısında “her şey para mı” diyerek gerçeğin üstünü kapatma telaşına düşmesi, o anda bile “annenin yaşamı” üzerinden kendi ideolojik-siyasi argümanlarını yeniden üretmeye girişmesi ne kadar tanıdıksa yoksulluğun bu en çıplak halinin arkasındaki trajik hikâyeler de bir o kadar sarsıcı.
Marx, “… çalışamayacak durumda olanlar, işbölümü nedeniyle uyum yeteneğinden yoksun kalmış çaresizler, normal emekçi yaşını aşan kimseler, sayıları tehlikeli makineler, madenler, kimyasal işler vb. ile artan sanayi kurbanları, sakatlar, sayrılılar, dullar” diye sıralar bir safra gibi toplumsal ilişkilerin dışına düşürülenleri. Ardı ardına doğurduğu beş çocuğunu hurda toplayarak doyurmaya çalışan anne ve sayılarını bilemediğimiz kadar çok olan onun gibilerden oluşan orduyu…
Kapitalizm bu orduyu adeta ölüme terk etmiştir. Siyasi temsilcileri en fazla bir demokrasi gösterisi olan seçim dönemlerinde oylarını satın almak için çalar kapılarını. Bir koli gıda bırakıp kendi lütuflarıymış gibi sundukları “yardım fonlarından” üç beş kuruş vererek sisteme bağlamak dışında kıllarını kıpırdatmazlar.
Tarihsel mücadelelerle kazanılmış sosyal güvencelerin köküne kibrit suyu döküleli çok oldu. Avrupa gibi “refahın ve demokrasinin kaleleri”nde bile bunlar adeta kazınmaya çalışılıyor. Bir zamanlar sosyalizmin varlığının basıncı ve sınıf mücadelelerinin gücüyle kazanılmış hakların ifadesi olan “sosyal devlet” denilen hikayenin kazınan mezarına toprak atılmaya devam ediliyor.
Şimdilerde aile hekimlerinin yoksul halka mide koruyucu, ağrı kesici yazmalarına bile sınırlama getirme derdinde olan bir devlet var artık. Özlem Zengin’in deyişiyle her şeye “para, para gözüyle bakan” bir devlet bu. İşçiden, emekçiden kestiği vergileri burjuvaları semirtmeye seferber eden, emekliyi yük gören, bir safra gibi yaşamın dışına tükürülmüş toplumsal kesimleri sadece kendi çıkarları temelinde araçsallaştıran, o zamanlarda hatırlayan bir devlet…
Tüm ücretli çalışanların asgari ücret gibi bir sefalette eşitlenmeye çalışıldığı, asgari ücret artışı için komik rakamların telaffuz edildiği, hayat pahalılığının katlanarak büyüdüğü bu koşullarda yoksulluk tüm faal emek ordusunun “hastanesine” dönüşüyor. Onlar için “hastane” olan şeyin işsizler ordusunun en dibindekiler için ne anlama geldiğini kestirmek zor değil. Marx bunu “yedek sanayi ordusunun safrası” olarak tanımlıyor. O “safranın” en billurlaşmış halidir beş çocuğun trajik ölümü.
Rakamlarla iktidarın politik çıkarları temelinde dans eden TÜİK bile onca hile hurdaya rağmen “geniş tanımlı işsizlik” oranlarındaki tırmanışı gizleyemiyor. İşsiz işçilerin bu kesiminin oranının yüzde 25,6’ya çıktığını teslim etmek zorunda kalıyor. Bunun rakamsal karşılığı 10,3 milyon! 10,3 milyon emekçi iş bulmaktan umudunu kesmiş, mevsimlik-zamana bağlı eksik çalışan, nam-ı diğer geniş işsizlik olarak tanımlanan ordunun parçası. Beş çocuğun trajik ölümüyle varlıklarını çarpıcı bir şekilde hissettirenler ise bu ordunun parçası olarak bile görülmeyenler!
2025’e bu tablonun daha da ağırlaşacağını gösteren verilerle giriyoruz. Bizim daha fazla yoksullaşmamız üzerinden yapılıyor kâr oranı hesaplamaları, sermaye yatırımları, planlanan teşvikler. Çünkü Marx’ın deyişiyle “yoksulluk, kapitalist üretimin ve zenginlik artışının bir koşulunu oluşturur”. Biz yoksullaştıkça, işsizleştikçe daha kötüsüne rıza göstereceğimiz, ideolojik-siyasi-kültürel olarak daha kolay denetlenebileceğimiz hesap ediliyor.
Bu hesabı bozacak tek şeyse sınıf mücadelesini, halk katmalarının ayrı ayrı kanallardan akan direnişlerini büyük bir kanalda buluşturup buluşturamamamıza bağlı.