Cumhuriyet Modernitesi bir taraftan “çağdaş, uygar, laik, ilerici” gibi sıfatlarla kendini tanımlarken, bir taraftan da din ile kara sevda ilişkisi yaşıyordu. Bu ilişki hep eleştiren ama hiç vazgeçilmeyen bir ilişki halini almıştı. Her ne kadar seküler bir zihniyetle kendini tanımlasa da varlığını devam ettirmesi, iktidarın bekası için yaşam içerisinde din olgusunu iktidarın hizmetine sunmaktan asla vazgeçilmedi.
1970’li yıllarda din dersi velilerin iznine bağlı seçmeli ders olarak verilirken yine aynı yıllarda devletin en güçlü ideolojik aygıtı haline geldi. Dinin Türkiye’de toplumsal muhalefete karşı bir dalga kıran görevi görmesi yine bu yıllarda kullanıldı. Irkçı, faşist, dinci kesimlerin sokaklarda gördükleri kimselerden İslamın, imanın şartlarını sormaları, Fatiha süresini okutmaları bu duruma en ilginç örnektir. Devlet ne zaman kriz ve kaos yaşadıysa din ile kurduğu ilişki o kadar güçlendi; din iktidarın en güçlü aracı olarak “ötekilerin” terbiye edilmesinde devamlı birinci sırayı aldı. Cumhuriyet Modernitesi döneminde ister laik, isterse dinci anlayışlarda olsun, din olgusu hiçbir zaman kişinin özel yaşantısında yer edinen bir yerde durmadı. Toplumun kontrol edilmesinde en güçlü aygıt durumunda oldu.
1970’li yıllarda özellikle Yeşil Kuşak Projesi kapsamında komünizmin panzehiri olarak, komünizmle mücadele derneklerinin en güçlü sığınağı oldu. Komünizmin panzehiri olarak aynı yıllarda kamusal alan gittikçe dinselleşti. 1977 yılında Adalet Partisi’nin Milli Eğitim Bakanı olan Nahit Menteşe ibadetin okullarda serbest olmasının gerekçesini açık bir şekilde dile getirmektedir: “Çocuklar birbirini öldürüyordu. Allah korkusunu öğretelim dedik… Okulda ibadet kararını ülkede huzuru sağlamak için yaptık… O dönem öğrenciler adeta birbirini yiyordu. Kavgalar, kargaşalar vardı. İlk baştan soldan öldürme, vurma, kırma olayları başladı. Bunun önüne geçmek istedik. Biz de okullarda gençlerin kafasına, gönlüne Allah korkusunu koyalım diyorduk. İbadet genelgesini velilerin isteğinin yanı sıra ülkedeki iç huzuru sağlama, kargaşaları önleme, sükûnet ortamına bir gerekçe olsun diye çıkarttık. Biz bunları Allah rızası için dine hizmet için yaptık, istismar için değil. O zamanlar biz bunları yaparken CHP kıyameti koparıyordu; ama biz Allah rızası için bildiğimiz doğru yolda yürüyorduk. Mahiyetini aynen benimsiyorum.”
1980’li yıllarda toplumsal muhalefet ve demokrasi güçlerinin müdahalesinin bastırılması, 24 Ocak Kararları’nın uygulanması, Kürtlerin hakikat ve özgürlük mücadelesinin bastırılması için 12 Eylül’de darbe yapıldı. 12 Eylül faşist darbesinden kaynaklı toplum kontrol, denetim ve baskı altına alındı. Milli Güvenlik Konseyi topluma yönelik dini referansları esas alan, kamusal alanın dinselleştirilmesini ilke edinen toplumsal eğitim programlarını belirledi. Demokrasiye ve özgürlüğe ait ne varsa baskı altına alınırken, kullandıkları dil Atatürkçülük ve İslami söylemlerdi. Bütün farklılıkların yok edilerek homojen bir toplum oluşturma çalışmaları bir toplumsal mühendislik projesi çerçevesinde yürütüldü. Atatürkçülüğü savunan askeri yetkililer Alevi köylerine camiler açarak işe başladılar. Her birisi birer müftü gibi Alevi köylerinde Türk İslam sentezini anlattılar. Alevi inancının öz be öz Türk kültürü olduğunu anlatarak işe başladılar. Köylere cami yaptırma çalışmaları daha çok Reya Heq Kürt Alevi coğrafyasında yayıldı. Dersim, Erzincan, Sivas, Malatya, Maraş illerindeki Alevi köyleri kapsama alanına alınmıştı. Ayrıca Dersim merkez olmak üzere Kürt Alevi çocukları Kur’an kurslarına gönderilerek makbul vatandaş inşa etmeye çalıştılar. Bu dönemin önemli bir özelliği ise Kürt Alevi coğrafyasında halka karşı yeniden Şark Islahat Planı uygulandı. Dersimli Reya Heq Kürt Alevilere yönelik “Türk İslam Aleviliği” gömleği biçilmeye çalışıldı. Binlerce öğrenci birer kışla görevi gören Kur’an kurslarında hakikatinden yabancılaştırılarak, tarihsel değerlerini inkar edecek duruma geldiler. Bu Kur’an kurslarında iktidar en açık şekilde hissettirilir, iktidar İslamı öğretilir, egemen ulusun kültürü aşılanır, Kürt Alevi çocuklarına anadilleri unutturuldu. Başlı başına kültürel soykırım uygulanıyordu.
Askeri kökenli olan ve Dersim’e Vali olarak atanan Kenan Güven, bir taraftan en üst düzeyde Atatürkçülük yaparken diğer taraftan Kur’an ayetlerini dilinden düşürmez ve Alevilerin Horasan’dan gelen öz be öz Türk olduklarını söylerdi. Adeta Diyanet İşleri Başkanlığı gibi Dersim’de “İrşat Konferansları” düzenliyordu. Bu İrşat Konferansları Kürt coğrafyasının geneline yayılmıştı. Kürt Aleviler Türkleştirilip Orta Asya’ya bağlanırken, Şafiî süreğini takip eden Kürt halkının tarihsel gerçekliği ise İslamiyet üzerinden ümmet anlayışına kurban ediliyordu. Darbe ile başlayan süreçte “Doğu İrşat Konferansları” günümüze kadar devam etti. Kürtlerin demokrasi mücadelesinin önünü almak için din ve Diyanet devletin en güçlü asimilasyon aygıtı durumuna gelmişti. Uçaklardan, helikopterlerden bırakılan bildirilerin dili ayetlerle, hadislerle süslenmiş bir söylemi içeriyordu. Din, milliyetçiliğin yegâne aracı haline getirilmişti. Otoritenin ve itaatin boyunduruğunda toplumsal yaşam dinselleştiriliyordu, Türkleştiriliyordu.
Din ve dini kurumlar, cemaatler yükselen sınıf mücadelesinin, Kürt halkının demokrasi mücadelesinin önünü kesmek için set görevi görüyordu. Okullar, üniversiteler, camiler, devletin bütün kurumları bu anlayışa hizmet etmişti. Dönemin Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Mehmet Bedri Güntekin’in şu sözleri dinin toplumsal yaşamı dizayn etmedeki rolünü açıkça ifade etmektedir: “Din eğitimi, din derslerinin yanında dinsel kişiliği besleyen musikî, yazın, güzel sanatlar, tarih, fizik, kimya, biyoloji ve astronomi gibi derslerle bağlantılı olarak verilmelidir. Din ve dünya ilişkileri arasında bir köprü kurulmalıdır.” Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in onayladığı “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” seksenli dönemlerin eğitim modelinin güncellenmiş halidir. Devlette devamlılık esastır, bu olsa gerek.
Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne kadar din ve dini kurumların misyonu tekçi zihniyetin dışında kalan kesimlere iktidarı açık şekilde hissettirmek amacı taşımaktadır. Cumhuriyet Modernitesi demokratik teamüllerle birleşmeyince tekçi kalıpların içerisine hapsoldu. Özellikle bu tekçi kalıpların dışında kalan Kürtler ve Kürt Aleviler yeni ulus için tehlikeli görülüyordu.
Türkiye’de ulus devletin oluşumunda din ve dini kurumlar bir taraftan eleştirilirken bir taraftan da vazgeçilmeyenler listesinde her zaman birinci sırada yer aldı. Toplumsallığı inşa eden kutsal değerler asıl amacından uzaklaştırılarak birer araç haline getirildi. Din ve dini kurumlar iktidarı meşrulaştırıcı araçlar haline geldiği gibi iktidar da din olgusu ile kendi varlığını büyütmekten vazgeçmedi.
Ulus devletlerde milli kimliğin oluşmasında din ve milliyetçilik iç içe geçerek günümüze kadar etkisini devam ettirmiştir. Başta Alevi kurumları olmak üzere, demokrasi mücadelesi veren kesimlerin, resmi ideolojinin tekçi kodlarına karşı Cumhuriyetin demokratikleşmesi mücadelesini vermeden “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli”ne hayır demelerinin bir karşılığı olmayacaktır.