1990’lı yıllarda yaşanan faili meçhul cinayetler ile gözaltında kaybetmeler, (derin) devletinin yanında saf tutan medya için pek de haber değeri taşımıyordu. Zaten ülkenin doğusunda yaşanan hiçbir olay batısına ulaşamıyor, ulaşması emredilenler de, içeriği tamamen kurgulanarak haberleştiriliyorken, İstanbul’da gerçekleşen cinayetler de halkın gözünden ırak tutuluyordu.
Ancak, 1995 yılında kaybedilenlerin/katledilenlerin aileleri Galatasaray Meydanı’nda her cumartesi toplanmaya, yakınlarının hesabını sormaya ve bu eylem, süreklilik kazanarak, bir sivil itaatsizlik eylemine dönüşmeye başladıkça ana akım medya bu eylemleri “görmek” zorunda kaldı. Ancak bu görme ve gösterme, tabii ki, kendisine biçilen görevin doğrultusunda olacaktı.
Dönemin medyası, Cumartesi Anneleri/İnsanları’nın eylemlerini, sadece annelik üzerinden ön plana çıkartarak, bu eylemleri siyasal içeriğinden soyutlayıp, faili de gizleme yöntemini seçti. Yakınlarını kaybeden insanları devletten talepli bir konuma koyan medya, faili ise yüce gönüllü bir başvuru mercii olarak kodladı. Akıllara, yine aynı dönemin, kızını/oğlunu “eylemci grubun içerisinden alan” acılı ve öfkeli anne haberlerini getiren bir çerçeveleme ile eylemlerin odağı çarpıtılarak, çocuklarının eylemlerinden sorumlu olmayan, ancak acılarının muhatabı olan insanlar çizildi haberlerde. Buradaki annelik kavramı da, patriarkal kültürün tarafsız, güvenli ve düzen sağlayıcı bir kategorisi olarak kullanıldı. “Kadın da olsa, çocuk da olsa gereken yapılacak” diyen devlet aklının, yeri geldiğinde kullandığı “analar ağlamasın” söylemindeki ana’ya benzerdi bu. Ancak çocuklarının acısını çekebilecek, onlar için ricacı olabilecek, ancak onların davasını savunup, hesabını sorabilecek iradeden yoksun insanlardı analar.
Annelerin acısı üzerinden duygusal bir arka planla çerçevelenen haberler, böylece halkın ilgisini, eylemlerin gerekçesinden uzaklaştırıp, güvenli ve zararsız bir sahaya çekmiş oluyordu. Böyle olunca, kaybedilenlerin tamamının sol ve Kürt Hareketi’nden geldiği de görünmez oluyor, yaşanan bir afetmişçesine her şey normalleşiyordu. Zaman içerisinde, Cumartesi Anneleri ismi kullanılmaya devam edilse de, eylemcilerin içerisinden buna bir şerh konularak Cumartesi İnsanları ismi de kullanılmaya başlandı.
Bunda, şüphesiz, alanda sadece annelerin değil, kardeşlerin, babaların, çocukların da olması etkiliyse de, ana akım medyanın yarattığı algının eleştirisi de belirleyiciydi. “Öteki diye bir şey yoktur. Ötekiler biziz. Biz sizsiniz; siz biziz. Bizim orada, Arjantin’de bir söz vardır: Bir tek mücadele kaybedilir; o da terk edilen mücadeledir” diyordu, 2011 yılında, Galatasaray Meydanı’nı ziyaret eden Plaza de Mayo annesi Euquenia Mendizebal. 700. haftasına giren Cumartesi Anneleri/İnsanları eylemlerini bu kadar sürekli, inatçı ve inançlı kılan, annelerin, babaların, kardeşlerin, eşlerin sadece yakınlarının kemiklerine de olsa ulaşma isteği değil, onların mücadelelerini devam ettirme azmi aynı zamanda. Bu insanlar, sadece yakınlarının mücadelelerini omuzlamakla kalmadı; 700 hafta süren, kıtalararası yoldaşlıklar kuran, devletiyle, medyasıyla egemenleri rahatsız eden, işlenen suçların unutulmamasını sağlayan ve 90’ların karanlığından çıkıp AKP’li yılların karanlığında devam etmeyi başaran büyük bir mücadeleyi yarattılar. Not: Bu yazı için Gülsüm Baydar ve Berfin İvegen’in makalesinden yararlandım.
Bkz: Baydar ve İvegen, “Territories, Identitites and Thresholds: The Saturday Mothers Phenomenon in İstanbul”, Signs, 31(3), 2016