Ardımızda bıraktığımız Newroz ve Kürt sorununda var olan çözümsüzlük politikalarıyla, yine bir seçim sürecine gidiyoruz.
Bugün Kürtlerin çok büyük bir bölümünün oy verdiği parti olan HDP ile bir partinin ya da bir Cumhurbaşkanı adayının görüşmesi bile bir olay oluyor.
Aslında yaşadığımız coğrafyada durum her zaman böyleydi. Bu çözümsüzlük politikasının temeli, belki de Şark Islahat Planı ile özetlenebilir; belki de Kürtlere dayatılan Anayasadır Şark Islahat Planı ki, bugüne kadar iktidarda olan hiçbir parti, bu Islahat Planı’nın dışına çıkamamıştır.
Cumhuriyet öncesi ve Cumhuriyet’ten bu yana, büyük bir çözümsüzlük politikası varlığını devam ettiriyor. Aslında bu sorunun ismini Kürt sorunu olarak koymak da yanlış; bu Kürdistan sorunu. Çünkü sadece yaşadığımız coğrafyayı ilgilendirmiyor, dört ayrı devleti ilgilendiren uluslararası bir sorundan söz ediyoruz.
Her parçada yaşanan olaylar, her parçada yaşanan yönetim biçimleri birbirini etkiliyor ve tetikliyor. Bu nedenle de, bu sorunun çözülmesi zor bir sorun haline geliyor ve aynı zamanda uluslararası bir sorun niteliğini de taşıyor.
Mustafa Kemal tarafından Şark vilayetlerine gönderilen tamimde, Kürdistan’a muhtariyetten söz edilmişti. Tabii ki bu yerine getirilmedi. Hatta bu konuda bir yasa da hazırlandı ancak daha sonra yürürlükten kalktı. Bu muhtariyet tartışması dışında, bugüne kadar Kürt sorunun çözümüne ilişkin hiçbir tartışma yapılmadı.
Kısa bir süre varlığını devam ettiren ve aslında tüm toplumun belki de mutlu olduğu, arkasına bakmadan, arkasını kollamadan yürüdüğü bir süreç yaşandı ki, adına “Barış süreci” dendi; o da kısa sürede varlığını sona erdirdi.
Bu konuda hiçbir iktidarın ya da hiçbir siyasi partinin birbirini eleştirmeye hakkı yok diye düşünüyorum. Çünkü muhalefetteyken söyledikleri ve çözüm içeren politikaları dile getirdiklerinde, çok fazla onlara inanamıyoruz. Çünkü iktidara geldiklerinde verdikleri bu sözleri unutuyorlar. Bugüne kadar hep böyle oldu.
Geçtiğimiz gün Newroz kutlandı. Newroz’u Kürt halkı hem bir başkaldırı süreci, bir başkaldırı bayramı hem de acılarıyla hatırlar. Bizler insan hakları savunucuları olarak da çok acılı Newroz’lar yaşadık.
Örneğin 1992 yılında Cizre Newrozu’nda katledilen 5 yaşındaki Hatice, 9 yaşındaki Mehdi bile “terörist” ilan edildiler.
Ondan sonra benzerleri çok yaşandı. Hatta 1992 yine Cizre Newrozu’nda İzzet Kezer isimli bir gazeteci askerin açtığı ateşle öldürüldü. Bugüne kadar gerçek anlamda bir sahip çıkış, özellikle Türk basınından gerçek anlamda bir sahip çıkış dahi yaşanmadı.
Bugün Kürt sorununda yaşanan güvenlikçi ve şiddet içeren politikaların temelini, çözüm istemeyenler PKK’nin varlığında görüyorlar.
Peki o zaman şu soruyu sormak gerekiyor; Şark Islahat Planı, Şark Islahat Raporu yayınlandığında, Kürdistan’da ayrı bir hukuk uygulandığında, Seyit Rıza katledildiğinde, mezarları gizlendiğinde PKK var mıydı? Evet yoktu. Bu cevabı herkes biliyor. O zaman devletin bu çözümsüzlük politikalarını gerçek anlamda tartışacak, ama “suç işler miyim?” endişesi taşımadan, “otokontrol” uygulamadan, özgürce herkesin ve her siyasi partinin tartışması gerekiyor. Biz bu tartışmayı yapmadığımız sürece bu sorunun çözülmesi de mümkün değil.
Ne yazık ki kendilerini muhalefet olarak tanımlayanlar da bu çözümün son derece uzağında gözüküyorlar. Örneğin; hep merak ederim; bugüne kadar neden bu coğrafyada işçi sınıfı barış için bir gün bile genel grev yapamamıştır. Bu soruyu da sormak gerekiyor.
Barış politikalarının tartışılması ancak güçlü bir barış talebiyle olabilir. İşte biz insan hakları savunucuları olarak, bu güçlü talebi yaratmaya çalışıyoruz. Tabii ki yalnız değiliz. Kadın hareketi, Kürt hareketi, LGBTİ+ hareketi bazı sosyalist kesimler bu çağrıları sürekli dile getiriyorlar. Yine bu çağrıları dile getiren sendikalar ve işçi sınıfı da var. Ama bu çağrıları toplumda daha da yaygınlaştırmamız gerekiyor.