Günün dilde en çok dolaşan sorusu bu: “COVID 19’dan sonra bizi nasıl bir hayat bekliyor?” En anlamlı gibi görünen ama en yalın kat yanıt: “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.” Bu bir totoloji. Hiçbir şey, hiçbir zaman eskisi gibi olmaz… Sürecin her anını gözle görüp elle tutamasak da her şey her zaman değişir. Evrenin temel varoluş yasasını tekrarlayarak hiçbir şey demiş olmayız. Üzerinde asıl durmamız gereken, bu değişimin hangi yönde olabileceği; toplumsal değişimlerin başlıca itici gücü olan doğa ile insanlık, sınıflar ile sınıflar arasındaki ilişkilerin, bunların ifadesi olan siyasi ve felsefi düşüncelerin ve bütün bunlardan beslenen hayaller, umutlar, kaygılar, korkular arasındaki çatışmalar ve bağdaşmazlıkların nasıl sonuçlanabileceğine dair öngörülerden hangisinin gerçekliğe dönüşeceği.
Friedrich Engels, bu soruyu yanıtlayabilmemiz için bugün hâlâ taptaze duran bir hareket noktası önermişti: “Tarihimizi kendimiz yaparız, ama ilk elde son derece belirgin kabuller ve koşullar altında. Bunlar arasında ekonomik olanlar azami ölçüde belirleyicidir. Ama siyasal vb. olanlar ve hatta belirleyici olmamakla birlikte insan zihnini bir heyula gibi kuşatan gelenekler dahi bir rol oynar.”
Ardından şunu da eklemişti: “İkinci olarak, bununla birlikte tarih öyle bir şekilde yapılır ki, nihai sonuç daima, her biri belirli yaşam koşullarının kucağında şekillenen pek çok bireysel irade arasındaki çatışmalardan ortaya çıkar. Demek ki, sonuçta tek bir bileşkeyi -tarihsel olayı- ortaya çıkartan sonsuz sayıda birbiriyle kesişen vektörün oluşturduğu sonsuz bir paralelkenar dizisi vardır. Her bireysel irade geri kalan herkesçe çelindiği ve ortaya çıkan şey hiç kimsenin arzuladığı şey olmadığından bu da bir bütün olarak bilinçsizce ve irade olmaksızın işleyen bir gücün ürünü olarak görülebilir (…) Ancak, bireylerin iradelerinin arzuladıkları şeye ulaşamayarak tümünün ortalaması halinde iç içe geçmiş olmasından bu iradelerin sıfıra eşit olduğu sonucu çıkarılmamalıdır. Tersine her bir irade bileşkeye katkıda bulunur ve bulunduğu ölçüde bu bileşkede içerilir.”
Şu halde gelecek hakkında bir fikir ileri sürebilmenin daha çok mevcut gerçekliğin dönüşme eğilimini kavramak ve gelecekte karşı karşıya gelecek iradeleri öngörebilmekle ilgili olduğunu söylemek mümkün. Bu çerçevede insanlığın önüne dikilen iki büyük meseleyi çözmedikçe gelişmesini sürdüremeyeceğini ve gelecekteki mücadelelerin bu çatışma eksenlerinde verileceğini öngörebiliriz.
Birinci mesele, COVID 19 ve ona ön gelen -HIV (AIDS), SARS, MERS, Kuş Gribi, Domuz Gribi, Zika vb.- salgınlara yol açan virüslerin ortaya çıkış ve yayılışının doğrudan doğruya kapitalist üretim ilişkilerinin eseri olmasıdır. Bütün bilimsel araştırmalar, hemen hepsi -belki bin yıllardır- kendi yabanıl yaşam alanlarında türeye gelen bu virüslerin apansız kendi doğal ortamlarından insanların yaşam alanlarına sıçrayarak yıkıcı ve her seferinde çapı genişleyen salgınlara yol açmasının gerisinde kentlerin ve sınai tarım ve sınai hayvancılığın yabanıl yaşam alanlarının içlerine doğru amansızca genişlemesinin yattığını gösteriyor. Şu halde COVID 19 salgını yarın bastırılabilse bile, yabanıl yaşam alanlarının kapitalizm tarafından işgal ve tahribi sürdükçe her yıl nasıl başa çıkılacağını bilinmeyen yeni patojenlerin dünya kentlerini işgal etmesinin önüne geçilemeyecek, kâr eksenli üretim ve yeniden üretim döngüsü durmaksızın kırılmaya devam edecek, insanlık ile kapitalizm arasındaki uzlaşmaz çelişki derinleşecektir.
İkinci mesele, COVID 19 ve muhtemelen onu izleyecek olan müstakbel virüslerin yol açtıkları hastalıklardan korunmanın kesin (mutlak) çaresinin bireylerin öbür bireylerden -gönüllü ya da zorunlu- tecrit edilmesi olduğunun ortaya çıkmış olması. Bu, toplumsal varoluşun önüne dikilen ve aşılmadıkça bir toplum olmaya devam edemeyeceğimiz muazzam bir çelişki. Bu koşullarda bireysel varlığımızı hiçbir tehdide maruz kalmaksızın sürdürebilmemizin ön koşulu, bütün bireylerin birbirinden uzaklaşması, hiçbir şekilde temas etmemesi. Ama tür varlığımızı ve toplumsal yaşamımızı yeniden üretmek için ise birbirimize temas etmemiz, bunun için öngörülmüş mekânlarda bir araya gelmemiz, bu ilkeye göre işleyen tüketim, ulaşım ve barınma sistemleri içinde hareket etmemiz şart.
Kapitalizmin karar merkezlerinde şekillenmeye başlayan COVID 19 sonrası dünya tahayyülünde doğayla insanlık arasındaki bu “metabolik çatlağın” kapatılmasına yönelik zerre kadar yer yok. Sermaye çevrelerinde şekillenmeye başlayan eğilim üretimin kesintisizce sürdürülebilmesi için mülk sahipleri ve emekçi çoğunluğu birbirinden dijital duvarlarla ayıran yeni bir toplumsal kontrol rejimi kurarak virüsleri mülk sahiplerinden uzak tutmak, emekçiler geleneksel bütün sektörlerde, ağır ve vasıfsız işlerde eskiden olduğu gibi ama daimi bir enfeksiyon kontrolü altında çalışmaya devam ederken uzaktan alışveriş, uzaktan çalışma, uzaktan eğitim, uzaktan kontrol ihtiyaçlarına yanıt verecek yeni sektörler ihdas etmek. Bu eğilim, sözüm ona “toplumsal sağlık” gerekçeleriyle meşrulaştırılmış yeni türden baskıcı rejimlerin yürürlüğe sokulacağı bir heyulanın şekillenmekte olduğunu haber veriyor.
Buna mukabil, COVID 19 krizi, özellikle kapitalizmin başkentlerinde sermaye ve emek, toplum ve devlet, doğa ve kapitalizm çatışmasını meşrulaştıran bütün örtüleri kaldırdı. Donald Trump, Boris Johnson, Giuseppe Conte, Messias Bolsonaro türünden lümpen liderliklerin bu karmaşık toplumsal süreçleri yönetmekten aciz soytarılardan başka bir şey olmadıklarını ortaya çıkardı. Krizin küresel yayılışı, tek tek ülkelerin bu sistemsel buhrana yerel ve tekil yanıtlar üretmesinin “eşyanın tabiatı”na aykırı olduğu bilgisini yaygınlaştırdı ve işçi sınıflarının kriz boyunca çektiği azap, sermayenin “insanlık” tahayyülünün iflasına, burjuvazinin ideolojik hegemonyasının ağır bir sarsıntı geçirmesine yol açtı ve toplumların dikkatlerini doğa-kapitalizm çatışmasının üzerinde topladı. Şimdi insanlığın “derin düşüncesi” kendisini COVID 19 ile sınırlamaksızın kapitalizm sonrasını irdelemekle ve elde ettiği sonuçları toplumsal ve politik mücadeleye tercüme etmekle meşgul!
Gelecek, Türkiye’de de dünyada da bu iki temel eğilim arasındaki çatışmanın sonucuna bağlı olarak şekillenecek. Bu çatışmayı “bizim” kazanacağımızı garanti eden bir tarih yasası yok, insanlık pekâlâ kapitalizmin efsununa kapılarak kendisiyle birlikte doğayı da mahvetme yoluna hâlâ sapabilir. Ama Engels’in dediği gibi irademiz her sonuçta içkindir. Şimdi bileşkenin bizim istediğimiz yöne doğrulması için tahayyül, irade ve eylem zamanı.