BM Genel Sekreteri Antonio Guterres 23 Mart’ta dünyanın her yerinde çatışan tarafları “küresel ateşkes”e çağırmış, çağrısını 2 Nisan’da güncelleyerek dünya halklarını “küresel ateşkes” için “yurttaş hareketi”nde bir araya gelmeye davet etmişti. Genel Sekreter, bu çağrısında kamu oylarını ters yöndeki olasılıklar konusunda uyarmayı da ihmal etmedi: “Çatışma bölgelerinde salgının yayılmasının doğurduğu belirsizlikler kimi tarafları özendirerek avantaj elde etmek üzere baskıya girişmelerine yol açabilir, bu da şiddette artış potansiyeli doğurur. Özellikle terörist gruplar, hükümetlerin ve uluslararası toplumun dikkatinin sağlık krizine yönelmiş olmasını fırsat bilerek saldırıya geçebilirler. COVID-19, diplomatik girişimlere en çok ihtiyaç duyulduğu bir dönemde uluslararası ilgi ve kaynakların çatışma önleme ve arabuluculuk çabalarından uzaklaşması açısından da bir riske yol açıyor.”
Ocak 2018’den bu yana TSK ve “vekil”i Selefi çetelerin ateşi altındaki Suriye Demokratik Güçleri (SDG) Guterres’in çağrısını hemen ertesi gün “askeri çatışmadan kaçınma taahhüdü”nde bulunarak yanıtlamış ve “Suriye’de çatışmaya dâhil olan bütün güçleri askeri girişim ve harekâtlardan uzak durmaya, derhal bir insani ateşkes ilanına davet” etmişti. Ancak Ankara’dan tık çıkmadı.
Rejimin Guterres’in çağrısını duymazlıktan gelmesi boşuna değildi. Ankara o hiç uyarmamışçasına COVID-19 salgınını-yurtta olduğu gibi cihanda da- savaş maksatları açısından bir “avantaj”a dönüştürmeye girişti. Memleket, COVID-19 belasıyla rejimin başına ördüğü çoraplarla uğraşırken Ankara, nisan başında ilk kez Libya’daki iç savaşa doğrudan taraf oldu. Deniz Kuvvetleri Trablus’ta sıkışan Ulusal Mutabakat Hükümeti’ne (UMH) destek olmak üzere Akdeniz’de hareket halindeki Göksu ve Gökova firkateynlerinden General Halife Hifter’in Libya Ulusal Ordusu (LUO) güçlerine füze saldırısı düzenledi. Libya’da çatışan taraflar arasında hava savaşları başladığından beri de rejim, Erdoğan’ın öbür damadı ve kaynının imalatı Bayraktar SİHA’larını Katar üzerinden UMH’ye aktarıyor ve bu hava araçları Türkiye’de eğitilen UMH personelince uçurulup Hafter güçlerini vurmaya devam ediyor.
Libya’daki çatışma Ankara’yı ayağını toprağa basmaya zorlandıkça daha da çarpıcı gerçekler su yüzüne çıkıyor. Suriye İnsan Hakları Gözlemevi’nin (SOHR) verdiği bilgiye göre, Ankara’nın İdlib’deki “mazlum” kelle kesiciler arasından devşirip Libya’ya taşıdığı “vekil” profesyonel çeteci sayısı 4 bin 750’ye yükselirken bunların 156’sı çatışmalarda öldürüldü. LUO şu ana kadar UMH saflarında çarpışan 500 yabancının öldürüldüğünü bildiriyor. 1900 kişilik bir başka grubun eğitimi de halen Türkiye’de sürüyor.
LUO sözcüsü Ahmed El-Mismari önceki gün yaptığı basın açıklamasında şaşırtıcı bir başka gerçeği de duyurdu: Erdoğan ve Akar’ın Libya’ya gönderdiği çeteler arasında kendilerine “Roj Pêşmergeleri’’ diyen Kürtler de vardı. LUO’nun esir aldığı çete üyelerinden elde ettiğini bildirdiği bilgilere göre Ankara, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin başkenti Hewlêr’de Kürt İslamcılar’dan devşirdiği çetelerin yanı sıra Rojava’dan kaçan ENKS mensuplarını da bu kapsamda eğitiyor ve Libya’ya taşıyordu. Kendilerine “Bozkurtlar” diyen çete üyeleri Türkiye’den 2 bin dolar aylık alıyorlardı.
Türkiye’de herkes, bir yandan nefes aldırmayan siyasi baskılar, öte yandan COVID-19 salgınıyla boğuşurken, insanların dikkatleri içeriye ve kendi bedenlerine dönmüşken, rejim bir emperyalist bölge gücü olarak örgütlenmeye ve bu amaçla çatışmaya hız veriyor. Osmanlı’dan miras devşirme ordu geleneğini közleyerek toplumsal ve ekonomik kaynakları bu toplumla hiçbir hukuku olmayan kelle avcılarına tahsis ediyor. Millet maske bulamaz, test kiti dirhemle dağıtılırken, Dışişleri Bakanı Mevlut Çavuşoğlu övünüyor: “Kendimizin tıbbi ekipman ihtiyacı olmasına rağmen İngiltere, İtalya ve İspanya gibi önemli müttefiklerimizin de aralarında bulunduğu 34 ülkeye yardım elimizi uzattık. Bunları da siyasi endişelerle yapmadık.’’
Gerçekten de bunların siyasi endişeyle yapılmadığı apaçık. Siyasi endişesi olan böyle yapmayı aklından geçirmeye bile korkar. Ama rejimin asıl endişesinin askeri olduğunu söylemek yersiz olmaz. Kıbrıs’ta, Suriye’de, Irak’ta, Katar’da, Somali’de, Libya’da, Yemen’de, Bosna’da, Kosova’da doğrudan ve başka pek çok çatışma bölgesinde dolaylı askeri varlık gösteren ve NATO kapsamındaki bütün üye ülkeler nezdinde bir dizi askeri yükümlülük üstelenen devlet, boyunu aşan emperyalist hırs ve mükellefiyetlerinin bedelini ödüyor. Ama kendi kesesinden değil! “Devletin kendi kesesi” diye bir şey yoktur. Devletin kesesi, hazinesi, malî varlığı denen şey, halkın el konulmuş emeğinin ve devletin halka olan borçların toplamıdır.
Ama deniz bitti. COVID-19 krizi dolu dizgin büyürken devlet, salgına karşı koymak için gereken maddi manevi kaynakları ahbap çavuş sermaye gruplarına, askeri-sınai komplekse, dünyanın dört bir tarafındaki kan içici ve kelle kesici “kardeşler”e, “müttefikler”e ve “dostlar”a kendi keyfince dağıtmaya devam edemez. Salgınla mücadele gerekleri o kaynakların her zamankinden çok, israfa değil adil paylaşıma, öldürmeye değil yaşatmaya, savaşa değil barışa, askerliğe değil sağlığa tahsisini gerektiriyor.
İşte bu inkâr edilemez gerçekler ve ihtiyaçlar dolayısıyla muhalefetin BM Genel Sekteri’nin çağrısını siyasete dönüştürmesinin tam zamanı. Muhalefet; rejimi, Libya, Suriye ve Irak’tan başlayıp bütün sınır ötesi askeri harekâtları sonlandırarak “eve dönme”ye, kışlalardaki gençleri “sosyal mesafe” ilkesine uygun bir biçimde koruma altına almaya, halkın kesesinden öldürmeye değil yaşatmaya, silaha değil sağlığa yatırıma zorlamadıkça bölgesel emperyalist maceraların ortağı olmaktan, bir İttihatçı dejavu içinde kendisini yitirmekten kurtulamayacaktır.