Covid-19 tehdidinin kısa sürede ortadan kalkmayacağı artık net olarak biliniyor.
“Daha öncesi var” tartışmaları bir yana, Çin’ın ilk vakayı açıkladığı günden bu yana 8-9 ay geçti. Ama yapılan çalışmalar, “çare bulundu” denilecek aşamaya gelmedi. Genel olarak virüsler, özel olarak Covid-19 hakkında henüz bilinmeyen o kadar çok şey var ki kimse, “Ne zaman çare bulunur” sorusuna da net bir yanıt veremiyor.
Aşı bulunacak mı?
Bulunursa koruyuculuğu ne kadar sürede olacak?
Aşı bulunsa bile dünya nüfusuna yetecek kadar aşı ne kadar zamanda üretilecek? Bunun maliyeti nasıl karşılanacak? Yoksul ülkeler ve yoksul insanlar aşıya nasıl erişecek? Eğitimden sağlığa her konuda ayrımcılığa uğrayan kadınlar, aşıya erişim sorunu yaşayacak mı? Cevabı bilinmeyen ya da malum olan, onlarca soru orta yerde duruyor. Türkiye de dahil pek çok ülke, “yeni normal” diyerek; sıkı tedbirleri kaldırıp, pandemi koşullarında üretimi ve yaşamı sürdürme kararı aldı. Şimdi yapılacak şey, “yeni normalın marjlarının-ilkelerinin ne olacağı” sorusunun cevabını bulmak. Toplumsal muhalefet de bu konuya odaklanarak, pratik politikalar üretmeli. Aksi taktirde, tarihin değirmeni, güçlü ve egemenden yana döner ki bunun ipuçları karantina sürecinde de ortaya çıktı.
Covid-19, eşitsiz ve ayırımcı düzeni bütün çıplaklığıyla gözler önüne serdi.
İki odadan ibaret bodrum katta, balık istifi yaşayamaya çalışanları da gördük; villasında spor yapıp, güneşlenirken, “ben de karantinadayım” tiviti atanları da…
Kârdan zarar ettiği için sitem eden sermayeyi de; yerin metrelerce dibinde kazma-kürek maden çıkartırken “virüsten mi, yoksa göçükten mi korkuyorsun” sorusuna, “çocuklarım aç kalmasından korkuyorum” yanıtı veren emekçiyi de gördük. Kadınların geleneksel üretim yöntemlerine sarılarak aile efradının karnını doyurmaya çalıştığına da tanık olduk; işsizliğin, yoksulluğun hıncını kadınlardan çıkartan erkekleri de… Kadınların ömür boyu mecbur bırakıldığı “sıcak aile yuvasına” erkek milletinin bir türlü sığamadığına da şahit olduk; şiddete uğrayan kadınların feryadına kulak tıkayanları da gördük. “Sosyal devlet”i hatırlayıp, bütçeyi az da olsa halkla bölüşen yönetimler de gördük; halktan para isteyen, hem de yardım toplama tekelini/tekçiliğini elden bırakmayan iktidarlar da… “Bu kadar da olmaz” diyerek sinirlendiğimiz de oldu. Özay Gönlüm’ü rahmetle anıp “Buyurun arkadaşlar davetim var benim; herkes kesesinden yesin, içsin, saltanatım var benim; aslı yok yaylasında bin beş yüz koyunum var benim; hey kekliğim hey…” dizelerine, “verin iban numarasını, herkes benim ne kadar hayırsever olduğumu görsün hey kekliğim hey…” mısrasını ekleyip güldüğümüz de oldu. Covid-19 sanki siyasi mahpuslara bulaşmazmış gibi; salgını bahane ederek mafia liderlerini, kadın katillerini eve gönderirken; en ağır hastaları bile cezaevlerinde ölüme terk eden vijdansızları da gördük. “Ekonominin çarkı dönsün” mantığıyla, tüm tedbirleri kaldırarak “yeni normal”i sadece maskeye indirgeyeni de gördük; cezaevlerinde “tedbir” adı altında “tecrit” uygulamaları da gördük, yaşıyoruz.
Kısacası Covid-19, tüm eşitsizliklerin ve adaletsizliklerin daha görünür olmasına vesile oldu. Ama bizler, cezaevinde olanlar, ne yazık ki görünür de olamıyoruz. Başlangıçta, bizler de herkes gibi bu sürecin geçici olduğunu düşünerek, her türlü sıkıntıya sesimizi çıkartmadan katlandık. Yeter ki virüsün yayılmasına sebep olmayalım diye dişimiz sıktık. PTT çalışanlarını riske atmayalım diye mecbur olmadıkça mektup bile yazmadık. Çıkartılan “örtülü af yasası”yla açık cezaevleri boşaldığında, mutfakta çalışacak kimse kalmadığı için yemek gelmediğinde, “Salgın var idare edelim” dedik. Beş aydan beri, sadece iki kez, bir kişiyle sınırlı kapalı görüş yaptığımızda, “Önümüzdeki ay düzelir” diyerek sabrettik. Ama yok, artık bu tecrit katlanılabilir gibi değil.
Cezaevlerinde “tedbir” adı altında tüm mahpuslar kaldıkları koğuşlara-hücrelere kapatıldı; tüm ortak alan etkinlikleri (spor, sohbet, kurs v.b) iptal edildi. Aileleri ile açık ve kapalı görüş hakları ortadan kaldırıldı. Avukat görüşleri bile camların arkasından telefonla yapılır hale geldi. Hastaneye gidip tedavi olma imkanı neredeyse kalmadı. Duruşmaya götürülmek de artık yok. Herkes zorunlu SEGBİS üzerinden kendisini savunmaya çalışıyor. Ez cümle cezaevlerinde, “savunma hakkı” dahil hiç bir hak kalmadı. Beş aydan beri devam eden bu uygulamalar, “tedbir” değil “tecrit”tir.
Evet, cezaevleri çok riskli… Evet, bir kişi virüs kapsa, hızla yayılabilir… Evet, cezaevlerindeki insanların zaten bağışıklık sistemi zayıf… Evet, cezaevlerinde yüksek risk grubunda -ağır hasta, kronik hastalığı olanlar, yaşlılar v.b- çok insan var… Peki tek çözüm, katı tecrit mi?
Biz mahpuslar da risklerin farkındayız, ancak sosyal iletişimden bu kadar yalıtılmışlık, mutlak bir yalnızlık ve tecrit demektir. Bu da kabul edilemez. Salgın tehditi öyle görülüyor ki devam edecek. Peki cezaevlerinin, “yeni normal”i tecrit mi olacak? Bu soruyu herkes gündemine almalı ve insani kriterlere uygun çözümler bulunmalı. Maksat “tecrit” değilse, mahpuslar beş aydan beri karantinada oldukları halde, ortak alan etkinlikleri -ki zaten 10 kişiyle sınırlı- neden yapılmıyor?
Neden görüntülü telefonla konuşma imkanı yaratılmıyor? Avukat görüşmeleri için uygun tedbirler neden alınmıyor? Küçük çocuğu olan anneler için neden çocuğunu yanına alabilmenin imkanları yaratılmıyor? Cezaevlerinde hızla “yeni normal”e uygun tedbirler alınarak tecrite son verilmeli. Bu virüsü yenmenin birinci şartı hijyen ise öncelikle cezaevlerinde yeteri kadar “temizlik görevlisi” istihdam edilerek, hijyen koşulları sağlanmalı. Mahpuslar, kaldıkları koğuşun, kullandıkları havalandırmanın temizliğini yapıyorlar. Ancak, cezaevinin genel kullanım alanlarının, hastane-mahkeme-sevk gibi durumlarda kullanılan bekleme odalarının, ulaşımda kullanılan araçların temizlik ve hijyeninden Adalet Bakanlığı sorumludur. Bu alanların termizliği-hijyeni değil pandemi koşullarına uygun olarak, normal dönemlere göre bile yapılmıyor. Benim kaldığım F Tipi Cezaevi’nin kadınlar bölümünde sadece bir kadın mahkum çalışıyor. Ki bu bölümde büyük bir ana koridor, 10’dan fazla ara koridor, açık ve kapalı görüş yerleri, ortak etkinlik alanları var. Üç öğün yemek dağıtmak, ekmek-gazete dağıtmak ve bütün bu alanların temizliğini yapmaktan sorumlu bu süper kadın, doğal olarak hiç bir işe yetişemiyor. Burası bir örnek, hiç bir cezaevinin, buradan farkı yok, belki de daha kötü olanlar da var. Velhasıl cezaevlerinin durumu “pandemi var” denilerek geçiştirilemez. Tutuklu yada hükümlü de olsa, kısıtlanamayacak bazı temel hakları vardır. Sağlık hakkı ve iletişim hakkı, toplumsal hayattan tamamen tecrit edilememe hakkı da bunların başında gelir. Bir an önce gerekli hijyen tedbirleri alınarak tecrit kaldırılmalıdır.