Coronavirüs’ün sınıf farkı gözetmeksizin her kesimi eşit düzeyde vurduğuna dair genel bir kabul var. Bu doğru değil. Salgınlar daima yoksulların, mütevazı toplum kesimlerinin başına musallat olur. Sosyal hiyerarşinin ne kadar aşağılarındaysanız, Coronavirüs’e (salgına) maruz kalmanız da o kadar yüksektir. Yoksulların sağlık performansı daima düşüktür. Yeterli beslenemezler, bağışıklık sistemleri ekseri yetersizdir. Dolayısıyla virüse karşı ‘korunaklı’ değillerdir. Yüksek gelirliler işe gitmeme, çalışmama, evde kalma imkânına sahiptirler, daha iyi beslenirler, bağışıklık sistemleri daha güçlüdür. Her gün işe gitmek durumunda olanlar, işsizler, iğreti işlerde çalışanlar, kamu ulaşım araçlarını kullananlar, işe gidip-gelmek için birkaç araç değiştirmek zorunda olanların virüse yakalanma ihtimali çok daha yüksektir. İşverenler (kapitalistler) de iş yerlerinde gerekli tedbirleri almaktan kaçınırlar. Aksi halde kâr küçülür diye düşünürler… Bir neden daha var: Mütevazı ve yoksul kesimlerin insanları hükümetlere, iktidarlara pek güvenmezler, tedbir almakta fazla istekli değillerdir… Bütün bunlar da virüsün sınıfsal bir nitelik taşıdığı anlamına gelir… Toplumun yoksullarının ve en yoksullarının virüse yakalanma, hastalanma, hastaneye yatma ve ölme ihtimali varlıklı kesimlerden beş-on kat daha fazladır…
Salgının bir yoksul hastalığı olduğu, sınıfsal bir nitelik taşıdığı tartışmasızdır ama zengin-yoksul farkını büyüttüğü, derinleştirdiği de bir vakıadır… Milyonlarca insan Coronavirüs yüzünden işsiz kalırken, yoksulluk çukuruna yuvarlanırken, hastalanırken, ölürken, 2020 yılında 32 çok uluslu dev şirketin kârı 109 milyar büyüdü… Geçen yıl 493 ‘iş bitirici’ kapitalist mülti-milyarderler listesine eklendi… Küresel oligarşinin yayın organı Forbes dergisi bunun bir rekor olduğunu yazdı… İnsanlar patır patır ölürken milyarder sayısı da çatır çatır artıyor.
Moderna’nın Stéphane Bance’i, BioNTech’in Uğur Şahin’i yeni yetme milyarderler katına terfi ettiler. Daha şimdiden BioNTech’in kurucuları Uğur Şahin ve Özlem Türeci Almanya’nın ilk 10 zengini arasında… Kişisel servetlerinin 14 milyar euroya yükseldiği söyleniyor ama bu daha bir başlangıç… Başka rakamlar da var: Sadece Mart 2020-2021 döneminde süper zenginlerin serveti 5.100 milyar dolar artmış ki, bu bir yıllık dönemde %62 artış demek… Bir fikir vermek için bu miktar, 3 milyar insanın bir yılda ürettiği ‘zenginliğe’ eşit…
Aşının etkinliği tartışmasız. Aşı olmayanların hastalanma riski, aşı olanlardan 29 kat, ölüm riskinin de 11 kat daha fazla olduğu söyleniyor. Bugüne kadar aşının yüzbinlerce insanı kurtardığı da artık biliniyor… Tabii aşı olmayanların hastalığı yayma, yeni varyantların ortaya çıkma ihtimali de yüksek… Lâkin zengin ülkeler utanmazca üretilen aşının çoğuna el koydukları için, yoksul ülkelere pek bir şey düşmüyor… Birleşmiş Milletler Örgütü’ne göre, geçen 30 Ağustos ayı itibariyle en yoksul 30 ülkede aşılanma oranı nüfusun sadece %2’si… Yüksek gelirli (zengin…) ülkelerde bu oran %57… Mesela Kongo’da aşılanma oran binde bir, Haiti’de binde 24, Çad’da binde 27, Tanzanya’da binde 36… Kimi ülkeler de dördüncü aşıya başlamak üzereyken… Bugüne kadar yoksul ülkelere vadedilen 2 miyar doz aşının sadece %11’i sağlanabilmiş… Utanç verici bir skandal da İngiltere, Kanada, Avusturalya, Yeni Zelanda, Güney Kore, Suudi Arabistan, Katar ihtiyaçlarının çok üstünde aşıya el koymuşlar…
Her gün yaklaşık on bin kişi Coronavirüs’ten ölürken, zengin ülkelerde 1 milyar aşı fazlası var… Geçtiğimiz yaz sonunda (2021) Covid pandemisinden ölenlerin sayası 4,5 milyonu aşmıştı…
O halde sadede gelebiliriz. Aşının bir kâr aracı haline getirilmesi kabul edilebilir bir şey midir? İnsanın hastalığından, beslenmesinden, yediğinden, içtiğinden, barınmasından (konut), ısınmasından, giyinmesinden, tedavisinden vb. kâr etmenin bir mantığı var mıdır? Bilimsel gelişmelerin kâr etmenin hizmetine sunulması absürt değil midir?
Oysa bilgi anonimdir. Kimsenin babasının malı değildir. Kimseye de babasından miras kalmamıştır. Bilgi-bilim, insanların ortak çabasının ürünüdür… Kimi “buluşlar” sadece sonuncu şahsiyetin eseri değildir. Gerisinde nice insanların onca çabası, emeği vardır… Bütün buluşlar son tahlilde uzunca bir zamana yayılmış bilgi ve deney birikiminin ürünüdür, sonucudur… Bilimin kâr aracına, zenginleşme aracına dönüştürülmesi sadece akla mantığa değil, etiğe de aykırıdır, ahlaksızlıktır… Elbette ahlâksızlığın istisna değil, kural haline geldiği koşullarda sorun edilmemesi de anlaşılır bir şeydir… Velhasıl bilginin-bilimin bir kâr ve egemenlik aracına dönüştürülmesi asla kabul edilebilir değildir…
Esasen ‘gerçek bilgi’ anonimdir… Teknik bilgi-bilim de sosyal bilgi-bilim de müşterektir, (bien commune de l’humanité) insanlığın ortak ‘malıdır’ ve ortak kullanımına sunulması gerekir… Netice itibariyle şimdilerde revaçta olan patent ve fikri mülkiyet hakları denilen kabul edilebilir değildir…
Neoliberalizm denilen bugünün emperyalizm çağında, kapitalizmin metalaştırılmadığı, şeyleştirmediği, soysuzlaştırmadığı, paralılaştırmadığı, kâr aracına dönüştürmediği hiçbir şey kalmadı. Artık insan yaşamının her veçhesinden kâr ediliyor ve bu kepazelik tartışma konusu bile yapılmıyor… Şeylerin normal hali sayılıyor… Aşı bir müşterektir ve bu niteliğinden ötürü eşit koşullarda herkesin kullanımına sunulması gerekir. Louis Pasteur bundan 136 yıl önce kuduz aşısını bulduğunda, ondan kâr etmek aklından köşesinden bile geçmiyordu…
Her şeyle birlikte sağlık hizmetleri de özelleştirildi, bir kâr aracına dönüştürüldü. Artık hastaneler hastane değil, kâr amaçlı birer kapitalist işletme, ticarethane… Aynı Coca-Cola üretip pazarlayan bir kapitalist işletme gibi… Adı hâlâ hastane olanın kapısından girdiğinizde, önce vezneyi gösteriyorlar… Paranız yoksa kapıdan dönersiniz veya paranız kadar hizmet alırsınız… İyi de hastanenin bir tanımı yok muydu? Artık hastane bir kapitalist işletme ve siz bir müşterisiniz… Bundan büyük saçmalık, akılsızlık, utanmazlık olur mu?
Eğer bir ülkede koruyucu hekimlik defterden silinir, tedavi aşaması da özelleştirilir, paralı hale getirilirse, tedavi sadece varlıklı kesimlere, parası olanlar için demektir… Lâkin bilinmesi gereken bir şey var: Kapitalizm dahilinde, üstelik neoliberalizm çağında adına laik bir sağlık sistemi mümkün değildir. Şeylerin düzeyini, nereye vardığını görmek için Türkiye’de Sağlık Bakanı’nın bir ‘tıp kapitalisti’ olduğunu hatırlamak yeter… O halde yeni bir ‘normale’ ihtiyaç var…