Doğal afetler, salgınlar geçmişte de oldu, gelecekte de olacak. Üstelik insanın ve doğanın kırılganlığının arttığı günümüzde ve gelecekte daha da çoğalacağa benziyor. Doğal afetlerin “nasıl görüldüğü” ve bu tür durumlarda “ne yapıldığı” önemlidir ve bunlar birbiriyle yakından ilişkili iki farklı zihniyeti yansıtmaktadır.
Salgın ya da afet, bir sonuç olaydır; ama “nedeni” konusunda iki farklı bilişsel (zihinsel, düşünsel) “açıklama” söz konusudur ve bu da ne yapılacağını büyük ölçüde belirler. Eğer, “doğadaki olayların doğal nedenleri vardır ve bu nedenler bilinebilir” şeklinde düşünürseniz, doğal nedenleri anlamaya, araştırmaya yönelir ve çözerseniz, nedeni de değiştirme-kontrol etme yönünde davranırsınız. Bu bilimsel bakış açısıdır. Yok eğer, Gazali ile Aquinalı Thomas’ta düşünsel ‘varlık’ bulduğu gibi her şeyi bir “Yüce İrade”ye bağlarsanız, onu kader kabul edip hiçbir şey yapmayıp teslimiyet gösterirsiniz. Bu da dinsel bakış açısıdır. Bu ikilik, düşüncenin diyalektiğidir ve ikisi de farklı bilişsel gelişim düzeylerindeki düşünme biçimleridir. Tarım Devrimi’yle birlikte sınıfsal toplumların oluşumundan bu yana bu ikilik devam etmektedir; ancak günümüzde bilimin geldiği noktada bunlardan biri artık trajikomik kalmaktadır. Marquez’in “Kolera Günlerinde Aşk” kitabından ödünç aldığım “Corona Günleri” bunu turnusol kağıdı gibi ortaya sermeye başlamıştır: Bilimsel mi dinsel bakış açısı ve çözüm mü? Artık beynin prangaları kırılmaktadır.
Bir insan ömründeki gelişim aşamaları açısından ele alınacak olursa, “yanlış neden” atfetme, evrensel ahlakın gelişmemesi genellikle soyut işlemler aşamasına ulaşamamış kişilerde gözlenir. Soyut işlemlerdeki bilişsel işleyiş kısaca; kuralları insanların koyduğu, kurallar gereksinimi karşılamıyorsa yine insanlar tarafından demokratik olarak değiştirilmesi gerektiği, evrensel ahlak ilkelerinin geçerli görüldüğü, dil-din-ulus ayrımının olmadığı, olaylara çok geniş bir açıdan bakıldığı vb üst düzey bir düşünce ve ahlak aşamasıdır. Soyut işlemler dönemine ulaşma da yaşla değil, çağdaş eğitimle olanaklıdır.
“Allah’ın evine virüs giremez”, “Kaderimizde ne varsa onu yaşarız” türü bir düşünce ve “Bana bulaşmışsa sana da bulaşsın” deyip insanlara tükürme, canlılara zulüm yapma vb bir ahlak, evrensel ahlak (vicdan) yerine, “büyüklerin yanında ayak ayak üstüne atılmaz”, “kadınlar ulu orta gülmez” gibi kabile normlarını ahlak sanma, hep bilişsel olarak soyut-evrensel-çokyönlü-bilimsel düşünememenin ürünü olarak karşımıza çıkarlar. Bilimin geldiği bugünkü noktada, asıl virüs bu Ortaçağ kafalarının ta kendisidir; karantinadan kaçanlar, insanlara tükürenler, “bana bir şey olmaz” diyenler hep bu kafaya sahip değiller mi? İşte Corona Günleri bunu ortaya çıkarmaya başlamıştır.
İnsan, bugün, sınıflı toplumla birlikte yarattığı ve doğada bulunmayan iki şeyin, yani “para” ve “din”in esiri olmuş ve hala bu esaretten kurtulamamıştır. Para, ‘artık-ürün’ün ticareti için bir değişim aracı olarak ortaya çıkarılmış ve bu da sermaye birikimiyle zamanla kapitalizmi doğurmuştur. Paranın asıl önemli yanı, insanın insan olma özelliğini yok eden dipsiz hırsını, yani bencilliğini yaratmış olması ve binlerce yıllık komünal toplumun kolektif hazzını birkaç yüzyıl içinde silmiş süpürmüş ve çok etkili bir virüs olarak dünyayı/insanı esir almış olmasıdır. Corona Günleri’nde bile nasıl kâr ederim-sömürürüm kafasıyla yapılan stokçuluk vs bunun göstergesi değil mi? Bugünlerden “Allah’ın lütfu” diye siyasal olarak yararlanmaya çalışacak olanlara karşı da uyanık olmak gerekmiyor mu?
İkinci yaratı din olmuştur. Homo Sapiens yaklaşık 200 bin yıl önce ortaya çıkmış ama, yine insan yine sınıflı toplumla birlikte, ancak 4-5 bin yıl önce tek tanrılı dinleri ortaya çıkarmıştır; kısaca, insan uzun binlerce yıl, bugünkü anlamda dinsiz yaşamıştır. Tüm dinlerin ortak özelliği de her şeyden sorumlu bir “Yüce İrade” ile kaderci anlayış olmuştur. Sınıflı toplumlarda yönetilenlere, bu dünyada olmasa da öbür dünyada veya ikinci kez dirildiğinde lüks bir yaşam vaat edilmesi, yönetenlerin ise bu somut dünyada zevk-u sefa içinde yaşaması ne de güzeldir, değil mi? O nedenle, büyük kitlelerin cahil bırakılması, yönetenler açısından daima en önemli eğitim hedefi olagelmiştir.
Daha yakın zamanda bir rektör ya da rektör yardımcısı prof., “bize cahiller gerekiyor, okumuşlar hep sorun çıkarıyor” dememiş miydi? Corona Günleri’nde bilimcilerin aşı ve ilaç üretmeye çalışması ile üfürükçülerin düşünce ve davranışları, yukarıda anlatmaya çalıştıklarımı ne de güzel ortaya çıkarıverdi. Bilimin karşısında son nefesini vermeye çalışan hurafe ve üfürükçülüğün yanında, insanlığı ve üzerinde yaşadığımız biricik güzel dünyayı hoyratça talan eden kapitalizmin ipliği pazara çıkmış durumdadır. Virüs, din-dil vs tanımamakta, yapay sınırları ve ritüelleri aşmaktadır; hakkından gelecek olan yine sadece ve sadece bilim olacaktır. Sahte hastalıkların ve sahte ilaçların vs bilimin değil, bilimi kullanan aç gözlü küresel kapitalistlerin eseri olduğu bilinciyle, bilimi tüm insanlığa sunacak olan küresel sistemler artık kendini dayatmaktadır.
Corona Günleri’nde insanlar evlerine kapanmış ve çaresizlik duyguları içinde, endişeyle beklemektedirler. Bu tür günlerde, korkunun, kaygının, endişenin, çaresizlik duygularının en aza indirilmesi yine dayanışma ile olanaklıdır. Dayanışma da insanın toplu halde yaşamasından bu yana evrimsel genlerinde mevcuttur; haz vermesi de kaygıyı yok etmesi de bundandır. İnsanın 4-5 bin yıl önce kendi yarattığı iki “kutsal”dan bir daha geriye dönülmemecesine kurtulmasının yolu da buradan geçmektedir.