Türkiye ekonomik, sosyal, ekolojik, politik, etik (ahlâkî) ve anlam krizleri sarmalına hapsolmuş bulunuyor. Elbette bu durum sadece son 20 yıllık dinci AKP’nin eseri değil. Çöküş tablosunun gerisinde 1980, 24 Ocak Kararları ve 12 Eylül NATO’cu, Amerikancı faşist darbe, 43 yıl önce alınan viraj var… Neoliberal gericiliğe teslim olmak var… AKP yangına körükle gitti ve tam bir sürdürülemezlik durumu ortaya çıkardı. Yağmalanmamış, talan edilmemiş, çökertilmemiş hiçbir şey bırakmadı. Büyük depremle çöküş daha da derinleşti… Artık bildik yöntemler ve politika araçlarıyla bu çöküş tablosundan çıkmak mümkün değil…
Ya vakitlice radikal bir rota değişikliği yapılacak, paradigma değiştirilecek ya da ülke yıkıma, karanlığa ve geleceksizliğe yuvarlanacak… O halde neler yapılırsa çöküş tablosundan çıkılabilir, yaşanabilir bir toplum düzenine giden yol aralanabilir? Elbette acilen ülkeyi bu hale getiren AKP iktidarına son vermek gerekiyor ama o kadarı şeylerin seyrini değiştirmek için yeterli olmaz.
Bir kere ‘siyaset yapma tarzını’ değiştirmek gerekiyor… Beş yılda bir sandığa gidip oy kullanmak siyasete katılmak değil… Kimin seçileceğine siz değil, parti başkanları karar veriyor. Siz onların tayin ettiğini onaylıyorsunuz sadece. Seçilen seçenleri temsil etmiyor. Neymiş efendim, siyasi partiler demokrasinin vazgeçilmezleriymiş… Kendileri demokratik olmayan, partiden çok şirkete benzeyen tek adam örgütleri nasıl demokrasinin ‘vazgeçilmezi’ oluyor? Onlar sizi değil, bu ülkenin varını-yoğunu sömüren, yağmalayanları ve kendilerini temsil ediyorlar… Dolayısıyla, siyasetin bir anlam taşıyabilmesi için herkesin işi, şeyi olması gerekiyor… Sayın seyirci olmamak gerekiyor… Yurttaş olmanın gereğini yapmak gerekiyor…
O halde sadede gelebiliriz:
- Çöküş tablosundan çıkmak için dış kaynağa değil, iç kaynağa dayanmak, bu amaçla varlıklı sınıflara, büyük sermayeye yüksek oranlı servet vergisi koymak. Çözümü dışardan, küresel tefecilerden beklememek gerekiyor… Zira, dış borçların faizini de bu ülkenin yoksul emekçi sınıfları ödüyor;
- Sermayeden alınan vergi oranlarını yükseltmek. Sermaye sınıfından sembolik bir vergi alınıyormuş gibi yapılsa da aslında bütçeden ve hazineden de besleniyorlar… Teşvikler ve vergi muafiyetleri istisna değil, kural;
- Borç ödemelerini durdurmak. Bu ülkenin yoksul çoğunluğu açık ve yoksullukla cebelleşirken, yerli-yabancı tefecilerin kasalarını doldurmaya devam etmek meşru değildir, kabul edilebilir değildir;
- Geride kalan dönemde özelleştirme adı altında yağmalanan- talan edilen tüm kaynakları ve kurumları kamulaştırmak, müşterekleri ihya etmek, asıl sahiplerine iade etmek; insan sağlığını, eğitimi, iletişimi, vb. bir kâr aracı olmaktan çıkarmak… Hem insanlar yedikleri emek, içtikleri su dahil A’dan Z’ye her şeyden, yüksek oranlı vergi veriyor hem de her şey özelleştirilip, bir aracına dönüştürülmüş… Bu saçmalığa son vermek gerekiyor…
- Enerjiyi kamulaştırmak, enerji yutucu sistemden çıkmak. Nükleer enerji sevdasına son vermek, Akkuyu nükleer santral inşaatını durdurmak… Türkiye bir ‘deprem’ ülkesiyken, nükleer santral inşa etmek, taammüden suç işlemeye teşebbüstür. Fukuşima’ya bak anlarsın denecektir.
- Tarımı neoliberal saçmalığın dışına çıkarmak. Kimyasal kapitalist tarımdan çıkmak… Türkiye gibi bir ülkenin buğday, saman, et, vb. ithal eder duruma gelmesi sadece saçma değil, utanılacak bir durumdur… Siz 1 kilo kıymanın neden 300 TL’ye satıldığını sanıyorsunuz? Geçerli kapitalist tarım sürdürülebilir değil zira ülkenin gıda güvenliğini ve gıda egemenliğini yok ediyor. Fakat hepsi bu kadar değil, ekolojik yıkımı ve iklim krizini de derinleştiriyor… Velhasıl agroekolojiyi ihya etmekten başka çözüm yok…
- Ekonominin yönünü kâra, piyasaya değil, gerçek ihtiyaçlara döndürmek… Zira, envai çeşit lüzumsuz ve zararlı şey üretiliyor. Değişim değeri (piyasa için, kâr için üretim değil), kullanım değeri üretmek gerekiyor. Üretilen ve tüketilen şeylerin nerdeyse dörtte üçü zararlı değilse, gereksiz, vazgeçilebilir… Varlık içinde yoksulluk saçmalığına son vermek gerekiyor. Tabii maddi tüketimle insan mutluluğu arasında doğru yönde bir ilişki olmadığının da bilinmesi gerekir. Aslında burjuva uygarlığı çoğunluğu akıl almaz bir açlığa ve sefalete mahkûm ederken, çok tüketen parazit azınlığı da insanlıktan çıkarıyor… Ve onlara mutlu azınlık deniyor… Bu da herkes için aynı anlama gelen bir mutluluk tanımı yok demeye gelir… Mutlu olmak, seferinde daha çok maddi şeye sahip olmakla değil, paylaşma, bölüşme, dayanışma, dostluk, kardeşlik, karşılıklı saygı ve sevgi, zayıfları kayırma, yaşlılara, çocuklara, sakatlara ihtimam, hoşgörü, eşitlik ve özgürlük bilinci, estetik-entelektüel etkinlikle mümkündür…
- Laik olmayan bir rejim demokratikleşemez. Dinin politik amaçlar için kullanılması engellenemez… Diyanet İşleri Başkanlığı gibi devasa bir kurum devletin göbeğinde yer aldıkça da laiklikten söz edilemez… (Siz başkanlık dendiğine bakmayın, aslında söz konusu olan koskoca bir bakanlık). Kimse kendini aldatmasın… Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Şeyh-ül İslamlık kurumu, Şeriye ve Evkaf Vekaleti, Diyanet İşleri Başkanlığı adını alınca Türkiye laik mi oldu? Siz dine karışırsanız din de size karışır… Dini devletin, politik alanın dışına çıkarmadan laiklikten söz edilemez… Diyanet’in kapısına kilit vurmadıkça, laiklik söyleminin bir karşılığı olmaz… Velhasıl, boşuna neden söz ettiğini bilmek önemlidir denmemiştir…
- Doğa yağma ve talanını ivedilikle durdurmak. Aksi halde yaşanacak bir ülke kalmayacak. Ekolojik yıkım bu tempoyla devam ederse, çok geçmeden üzerinde durduğumuz zeminin çöküşüne şahit olacağız. Bunun için de adı Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı olan kurumu kapatıp yenisini kurmak gerekecek… Zira ekolojik yağma ve talanın başlıca sorumlusu…
- Bütün bunları yapabilmek için de radikal- demokratik bir ekonomik, ekolojik, sosyal planlama Zira insan yaşamı için de toplum yaşamı için de planlama vazgeçilmezdir… Neoliberal gericiliğin bir gereği olarak, artık planlamanın esamesi bile okunmuyor… Yüz yüze geldiğimiz ekonomik, sosyal, ekolojik, etik sorunlar veri iken artık eskisi gibi düşünmek, eskisi gibi yaşamak mümkün değil… Velhasıl hayatî sorunlarla yüzleşmek zorunda olduğumuz bir zamandayız… Eğer düşünsel-entelektüel ataletten kurtulamazsak, paradigmayı vakitlice değiştiremezsek, geleceğimiz kararmaya devam edecek…