Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki bu durumu sözle, yazıyla anlatmak neredeyse gereksiz. Her şey o kadar net ve o kadar kabak gibi ortadaki gözünü açıp bakmak, kulaklarımızdaki tıpaçları çıkarıp duymak herkes için yeterli. Her yanından irin akan ölmüş dokular gibi, kanserli tümörün her geçen gün genişleyip derinleştiği ve sadece pislik üreten bir ülkede artık sözler, uyarılar, itirazlar, kendi kendimize seslenerek tekrarladığımız ne yapmalı nakaratlarına bağlanmış hareketsizlik bitmeli artık. Maalesef bir yerlerden sanki bir kurtarıcının gelip sihirli değneği ile her şeyi düzelteceğini uman birer edilgenliğe dönüştürülmüş durumdayız.
Ülkedeki ağır gündemi takip ederken yaşamın adeta elimizin altından kayıp gittiği duygusuna kapılmamak mümkün mü? Evet kayıp gidiyor ve ne acıdır ki büyük çoğunluk gidenin arkasından adeta mendil sallarken, kendisinin de aynı kaderi paylaşacağının farkında bile değil. Hep başkalarının acısını görüp üzülüyoruz ah vah çekip arkamızı döndüğümüz anda hayatımıza kaldığımız yerden hiçbir şey yokmuş gibi devam ediyoruz. Kendimi bu edilgenlikten sıyırıp konuşmuyorum elbette, hepimiz üç aşağı beş yukarı aynı durumdayız.
Mafya, devlet, sermaye üçgeni içinde açlığa, yoksulluğa ve sefalete itilen halklar bir yandan, doğal yaşamın canına okuyan uygulamalar diğer yandan yaşam büyük bir saldırı altında. Tevfik Fikret’in, “Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin. Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!” sözleriyle vurguladığı padişah saltanatı, farklı boyutlarda ama çok daha büyük miktarda her şeyi yiyip süpüren bir efendiler diyarında yaşıyoruz. Van’da köylerinden göçe zorlanan ve yaşadıkları bölge yaşanmaz hale getirilen yurttaşların isyanına kurşun atarak yanıt veren bir iktidarın zulmü susarsak biter mi sanıyoruz! İkizdere’de ise Van’daki aynı gerekçeyle yani taş ocağına karşı direnen yurttaşları cezalar, itmeler kakmalar ve gözaltılarla sindirmeye çalışıyorlar. İkizdere ve Van’da yaşananlar farklı da olsa ortak ve değişmeyen yanı sermaye çıkarıdır. Halkın hakları için sesini çıkardığı her noktada polis ve jandarmayı karşılarında buluyor olması bir tesadüf değil bir tercihtir. Bu tercihi ortaya çıkaran şey ise devletin durduğu yerle ilgilidir, yani kapitalist burjuva devletlerin varlık nedeni budur. Sermayenin sınırsız çıkarlarını halka karşı korumak ve doğal yaşamın bu çıkar uğruna yok edilmesine dahi göz yummak onların görevidir. Van ve diğer Kürt coğrafyasında yaşananlar ise bir sömürge anlayışının tezahüründen başkaca bir şey olamaz.
Bakın Marmara Denizi artık salya sümük ağlayarak içindeki canlılarla birlikte ölü denize dönüşmeye başladığını adeta haykırırken, hiçbir devlet yetkilisinden bir açıklama göremezsiniz. Çünkü bu durumu yaratan onların politikalarıdır. Kentlerin, sanayi tesislerinin tüm atıkları Marmara’ya salınırken, aynı zamanda doğalgaz sondajları Tekirdağ açıklarında aralıksız devam edilebilmektedir. Bu da yetmez ve Kanal İstanbul ile Avrupa’nın Karadeniz’e akan tüm kirliliğinin kısa yoldan Marmara’ya taşınmasına neden olacak şeyde ısrar edenlerden bir çözüm bekliyorsak hayal kuruyoruz demektir. Yeter artık demek için gerçekten çok geç kalıyoruz.