Eşi gözaltında kaybedildi, oğlu ve kardeşi dağda…. Üçünün de mezarı yok. Cumartesi Annesi Halime Aydoğan: Çok bekledim o gri pantolonuyla
Gülcan Dereli/Yadigar Aygün
Bir Cumartesi Annesi… Halime Aydoğan diğer deyişle Halime Ana… Onun hikayesi 90’lı yılların hikayesi… Gözaltında kayıp bir eş, dağlarda kemiğini hâlâ bulamadığı bir evlat ve bir kardeş… İstanbul’a zorunlu göç… 90’ların bütün lanetini de onurlu bir hayatın zorluğunu da yaşamış… 3 mezarsız kaybın, evin, 4 evladın ve hapse düşmüş bir kardeşin yükünü taşıyor. Bu yük ancak onurlu bir hayatın hayaliyle taşınabilir, yoksa… Onun kaybı da 17 bin kayıptan biri. İşte bu hikaye her onurlu Kürdün hikayesi…
Bir sabah 5’e karşı…
Peki, süreç Halime Ana ve çocukları için nasıl başladı? Mardin Midyat’ın bir köyünde. Halime Ana anlatıyor: “Köyde yaşıyorduk. Oğlum gittikten sonra bize hep baskı yaptılar. Senin oğlun bizim yerimizi biliyor. Köyün etrafında dolaşıyor diye. Baskılar artık bizi bıktırmıştı. Baskılardan dolayı arada İstanbul gidiyordu, sonra geri dönüyordu (Eşi Nihat Aydoğan’ı kastediyor). Yapamıyordu, çocuklarının yanına geri dönüyordu. Bizi alıp İstanbul’a götürse tek başına çalışsa bize bakamazdı. Zordu. Akşamları kapıları nasıl kapatıyorduk korkumuzdan. Bir sabah 5’e karşıydı, o sabah da biraz kar yağmıştı. Kasımın sonu gibiydi. Çok soğuktu. Kapımız çaldı. Bizim bir komşumuzdu. Meğer onu getirmişler, çünkü onlara gece kapıyı açmayacağımızı biliyorlardı. Komşu ‘Benim Nihat kapı aç’ dedi. Nihat da komşumuzdur diye kapıyı açtı. Kapıyı açar açmaz yüzlerce asker ve korucu birlikte daldılar içeri. Nihat’ı dövmeye başladılar, ellerindeki silahların arkasıyla vurmaya başladılar. Yatağa yatırıp saldırdılar.”
Gri bir pantolon…
Halime Ana şiddete tepki gösteriyor ancak tehdit ediliyor ve şöyle devam ediyor: “Yapmayın etmeyim dedim. Asker sus seni de falakaya yatırırım dedi. Büyük kızım, küçük kızımı kucağına aldı. Çok korkmuşlardı. Ağlıyorlardı. Asker, çocuklara bağırıp susun diyordu. Kimliklerini istiyordu. Kızım daha 12 yaşında, o benim kızım diyorum ama asker hâlâ kızıma sen de onlardansın diye bağırıyordu. Dövdüler, dövdüler sonra giyin dediler. Nihat’a Midyat’a götürüp ifadesini aldıktan sonra bırakacaklarını söylediler. Hâlâ hatırlıyorum. Üstünde gri bir pantolon vardı, kırmızı kareli bir gömlek, gri bir ceket ve siyah bir palto giymişti. Onunla birlikte bir de çoban götürmüşler. Yürüyerek Midyat’a karakola götürmüşler. Çobanı köyden çıktıktan sonra bırakmışlar.”
Anladık bırakmamışlar…
Eşi, asker ve korular tarafından evden işkence ile alınan Halime Ana için artık yeni bir süreç başlıyor. Eşinin peşine düşen Halime Ana çalmadık kapı bırakmıyor. Önce Midyat’a götürüldüğü söyleniyor sonra Mardin’e. Görmek istiyor ancak gözaltında göremezsiniz yanıtı alıyor. Günler geçiyor, bir, iki üç, beş ve yirmi günü buluyor. Bir telefon geliyor Nihat Aydoğan’dan. O zamanlar her evde telefon yoktur. Muhtarın evini arıyor Nihat Aydoğan ve haber gönderiyor. Halime Ana o haberi şu sözlerle anlatıyor: “Muhtarın kızı geldi, daha 10 yaşlarında, ‘Yenge sana müjde veriyorum amcamı bıraktılar’ dedi. Kim söyledi diye sordum. Kendisi telefon açtı dedi. ‘Git yengene söyle amcamı bırakmışlar, eve gelecek de’ dedi. Sevindik. Öğlen oldu kimse yok, akşam oldu gelen yok. Herkese soruyoruz size mi geldi yok. Kaynanam, dayısı Midyat’ta belki oraya gitmiştir dedi. Öyle olunca rahatladım. Kızıma para verdim Midyat’a git, babana götür doktora gitsin diye. Çünkü daha önce de gözaltına alınmıştı, işkence görmüştü. Geldiği zaman çok yıpranmıştı. O yüzden doktora Batman’a gitsin sonra eve gelsin dedim. Çünkü halini tahmin ediyordum. Sabah kaynanam, kızımla abisine gidiyor. Ama onlar da Nihat buraya gelmedi diyor. Nereye sorsak yok. O zaman anladık. Bırakmamışlar. Bu gitti. Çünkü çok kişi öyle gitti. Bizim etrafımızda binlerce insanları öyle kaybettiler.”
Sahipsiz cenazeler!
Halime Ana için bu sefer başka bir süreç başlıyor. Öldürüldüğünü kabul etmese de her cenazeye teşhis için gidiyor, öyle ki o süreç de ayrı acı veriyor. Halime Ana şöyle anlatıyor: “Nerede bir cenaze varsa oraya gidiyordum bakıyordum acaba o mu değil mi? Bir gün bizim bir köylümüz İdil’de memurdu. Gizlice beni muhtarın telefonundan aradı. Abla burada iki cenaze var gel bak ama beni söyleme dedi. Çünkü insanlar korkuyordu. Söylemiyorlardı. Kıştı, soğuktu, küçük çocuğumu yanıma aldım gittim. Allah binlerce kere razı olsun geldi bizi otogardan aldı. Götürdü, yanıma bir çocuk verdi dedi ‘Ablanı camiye götür.’ Camiye hocanın evine gittik. Sırılsıklam olmuşuz. Acıkmışız. Akşam olmuş. 2 kadın oturuyordu. Bize bir çay verdiler Allah razı olsun. Hocayı bekledik, bir süre sonra geldi. Kızım hayırdır diye sordu. Burada sahipsiz cenazeler varmış onlara bakacağım dedim. Kızım dedi ben çok sahipsiz cenaze defnettim.”
Bir oda dolusu elbise
O kadar çok insan katlediliyor ki yurttaşlar yakınlarını teşhis etmek için oradan oraya savruluyor. Eşinin gözaltına alındığı gün giydiği elbiseleri hafızasına kazıyan Halime Ana, “Sen elbiselerini görsen tanır mısın? dedi. Tanırım dedim. Hadi gel diyerek, beni caminin avlusuna götürdü. Küçük bir oda vardı. Kapıyı açtı bir sürü elbise. O kadar çoktu ki, kiminin bacağı yoktu, kiminin yakası yoktu, kiminin kolu yoktu, kiminin elbisesi yanıktı, içinde uzun bir sopa vardı. Meğer herkes gelip kendi yakınının elbisesi var mı diye bakıyormuş. Bana sopayı verdi, al kızım karıştır elbiselerini tanıyorsan varsa buradadır dedi. Sopayı aldım bir o tarafa bu tarafa çevirdim baktım, aradım, aradım yok. Hocaya tanıdık elbiselerim yok dedim” diye anlatıyor.
‘Seni de içeri atarım’
Köyden evine doğru yola çıkan Halime Ana, “Artık gece olmuştu. Çocuğumla beraber o soğukta otogara geldik. Ama eve gelene kadar oğlum dondu, dondu. Sonra her yere haber saldık. Nihat yok. İlk kaybolduğunda ben savcılığa gitmiştim. Dilekçe vereceğim. O zaman bilgisayarlar yoktu. Savcılığın önünde biri oturmuş daktilo ile dilekçe yazıyor. Ben de ona anlattım. Ne oldu nasıl olduysa hepsini anlattım. Meğer yanlış yazıyormuş. Ben bilmiyorum, okumam yazmam yok. O dilekçe ile savcıya gittim. Savcı bana eşin dağa gitmiş, bir daha da bu kapıya gelme seni de içeri atarım dedi” sözleriyle yaşadıklarını özetliyor.
İneklerimi götürme…
Çocuklarını alıp köyden kaçması gerektiği söylenir. Halime Ana ve çocuklarının göç sürecinde yaşadıkları ise 90’ların özeti gibi. Halime Ana o süreci de şöyle aktarıyor: “Gitmezseniz evinize bir gece bomba atarlar dediler. Çünkü bunu çok kişiye yaptılar. Köydeyim, her şeyim var. 3 tane ineğim var, tavuklarım var. Ben ne yapacağım diye düşünüyorum. Bir gün bir adam geldi inekleri satın almaya. Mecburdum. Sattım ama adama dedim hayvanları ben gitmeden vermem, ben gidince gel buradan al, herkes burada onlara bir şey olmaz. Tamam dedi, kabul etti. İneklerim ben gidene kadar bende kaldı. Çocuklarımın elbiselerini bir valize koydum, o valizi bir çuvala koydum, sırtıma attım, aldım çocuklarımı köyden çıktım. Midyat’a gittim. Otobüse bindim, İstanbul’a kadar da korkuyordum. Dedim peşimizden gelirler. Eee geldim İstanbul’a ne ev var, ne tanıdık var, ne kimse var. Kim bana ev tutacak? Ne yiyeceğiz, ne içeceğiz? Tabak yok, kaşık yok, halı yok, ev yok. Bu evi tuttuk. Bir un çuvalı yırttım perde yaptım. Çocuklarım iş buldu, çalıştı. Bir hafta çalıştılar, tabak aldım, bir hafta çalıştılar kaşık aldım, bardak, perde, bir hafta çalıştılar halı aldım, öyle öyle ev oldu.”
Gelecek diyordum
Aradan yıllar geçti Halime Ana’nın umudu 10 yıl öncesine kadar da varmış. Sözü ona bırakıyorum: “Ne Nihat’ın ölüsünü gördüm bir daha, ne de dirisini. 10 yıl öncesine kadar da umudum vardı. Bir gün gelecek diyordum. Her kapı çaldığında odur diyordum. Her buradan geçen gri pantolonluya acaba o mudur, acaba gelirse evimizi nasıl tanıyacak, bulacak? Acaba kime soracak? Kim diyecek ona senin çocukların buradadır? Hep umudum vardı. O umudumu da kaybettim. Geldim 60 yaşına görmedim, görmedim, görmedim. Pişman değilim ama çektim” diyor.
Hikayemiz böyle…
Tek isteği artık dua edebileceği bir mezar olan Halime Ana sözlerini şöyle noktalıyor: “Keşke bir kemik olsaydı, bir mezarı olsaydı, bir gün gitseydim o mezarın üstüne bari bir Fatiha okusaydım. Şimdi diyorlar cumadır, ramazandır, ölülere yemek çıkarın. Ben kime çıkaracağım bilmiyorum ki. Ne oğlumun mezarı var gitsem desem ölüdür onun için çıkaracağım, ne kardeşimin mezarı var, ne de eşimin mezarı. Bizim hikayemiz burada bitiyor. Başımız sağ olsun. Bizim de hikayemiz böyle Gülcan’cığım. Bizim hikayemiz de burada bitti Gülcan’cığım.”
26 sene geçti
Yıllardır yakınlarının akıbetine soranlarla birlikte Galatasaray Meydanı’nda yerini alan Halime Ana, “Cumartesi Anneleri’nin eylemi başladıktan bir sene sonra öğrendim. Sonra ben de katılmaya başladım. Her cumartesi gidiyordum. Bir keresinde polisler bize çok sert saldırdı. Karda, yağmurda, çamurda hep gittim. Hastalığım başlayana kadar şimdi gidemiyorum. Hastayım. Dizlerimden yürüyemiyorum. Artık oraya da gidilmesine izin vermiyorlar. Gençtim gidiyordum, şimdi yaşlandım. Gidemiyorum diye üzülüyorum. Keşke gidebilseydim. Ömrüm geçti, 26 sene geçti. 26 sene evet. Bir kere N.Ç. için gittiğimiz basın açıklamasında polis bize saldırdı, ayakkabımız, başörtümüz hepsini dağıttılar. Öyle kafama da copla vurdular. Beyin kanaması geçirmişim, 12 gün yoğun bakımda kaldım. Kim derdi ki ben yeniden kalkacağım. Kızım diyordu ‘Anne gitme babamız gitti, sen de gideceksin gitme’ diyordu ama durmuyordum her yere gidiyorum, dinlemiyordum. Ama haklıydı korkuyordu. Şimdi gidemiyorum öyle üzülüyorum ki” diyor ve annelerin yargılanmasına tepki gösteriyor.
Nihat Aydoğan’a dair…
Bölge kentlerinde korucu dayatmaları 90’lı yıllarda ayyuka çıkmış, korucu olmayı kabul etmeyenlere de baskılar artmıştı. Korucu olmak istemeyen Doğançaylılar üzerinde de yoğun bir baskı vardı. Ve korucu olmak istemeyen Nihat Aydoğan artık devletin hedefindeydi. Nihat Aydoğan, 30 Kasım 1994’te Mardin’in Midyat ilçesine bağlı Doğançay köyündeki evinden işkence edilerek gözaltına alındı. Elleri ve gözleri bağlı, kanlar içinde önce Midyat Jandarma Karakolu’na, daha sonra da Mardin Jandarma Merkez Komutanlığı’na götürüldü. Resmi makamlar Nihat Aydoğan’ın gözaltına alındıktan 20 gün kadar sonra nöbetçi savcılığa sevk edildiğini ve ifadesi alındıktan sonra da serbest bırakıldığını iddia eder. Ancak bu iddia hiçbir zaman doğrulanamaz. Ve o günden sonra Nihat Aydoğan’dan bir daha haber alınamaz.
Kayıtlara öldü diye geçer
Nihat Aydoğan’ın ölüm kaydı, nüfus kütüğüne uzun yıllar sonra kaydedilir. Aydoğan Ailesi’nin yetkililere sorduğu “Öldüyse mezarı nerede?” sorusu cevapsız bırakılır. Nüfus idaresine ölüm bildiriminde bulunan köy muhtarı, jandarma komutanının baskısı sonucunda gerçek olmayan bu bildirimi düzenlemek zorunda kaldığını itiraf eder. 26 yıldır Aydoğan Ailesi’nin yaptığı tüm başvurular sonuçsuz.