Burjuva parlamento ve onun fonksiyonları sorunu, kapitalist toplumda “ezen-ezilen, yöneten-yönetilen, temsil eden-edilen, tercih eden-edilen” gibi ulusal, sınıfsal, cinsel, etnik, kültürel ve inançsal ilişkiler bağlamında çözümlenebilir. İdeolojik ve siyasal düzeyde sorunun indirgenebileceği son nokta, “temsil-ezme ve bunların arada bir tercih edilme” iznidir. Bunun ötesine ulaşılmaya çalışıldığında veya ulaşmanın ihtimalleri ortaya çıktığında egemenler bu demokrasi oyunundan vazgeçer, yani hiçbir koşulda seçimler yoluyla iktidarı devretmez. İttihat ve Terakki Partisi döneminde başlayan ve Cumhuriyet’le devam eden “çoğunlukçu demokrasi” günümüze kadar kayıt üstüne kayıt konularak devam etti. Çoğunlukçu demokrasi veya “mutlak demokrasi” denilen bu anlayış, genel olarak “çoğunluk prensibine” ve bir tür anayasa fetişizmine dayandırıldı.
“Çoğunluk prensibi” iki önermeyle özetlenebilir: Biri, devletin, halkın çoğunluğunun iradesine göre yönetilmelisidir. İkincisi de çoğunluğun kararının, her şeyin üstünde tutulması ve siyasal kararlarda belirleyici olmasıdır. Çoğunlukçu demokrasi anlayışına göre, çoğunluğun kararı geçerlidir ve yönetme hakkı çoğunluğu elinde bulunduran siyasal güce aittir. Çoğunlukçu demokraside, çoğunluğun kararını sınırlandırıcı etkiye sahip olan demokrasi ilkeleri geçerli olmaz. Siyaseten sayıca az olanların “doğru”, “haklı” ve “meşru” talepleri dikkate alınmaz. Çoğunluğun yönetim hakkı, matematiksel olarak sayı üstünlüğüne dayanan seçmen iradesine üstünlük sağlar. Bir oy farkla bile olsa onu toplumdaki “mutlak doğru” konumuna getirir. Yasalar, azınlık hakları, kuvvetler ayrılığı gibi etmenler çoğulcu demokraside alınan kararları bir ölçüde sınırlandırsa da, çoğunluğun aldığı kararlar sınırsız ve mutlaktır. Çünkü devlet iktidarını ellerinde bulunduran egemenler, “hukukun üstünlüğü, millet iradesi” gibi safsatalarla toplum üzerinde ideolojik ve siyasi hegemonya kurar.
Anayasayı bir toplum sözleşmesi olarak değil, devletin bekası için toplumun uyması gereken yürütme ve davranış kuralları olarak gören Türk anayasa geleneği, sıkça anayasa yaparak veya mevcut anayasa maddelerini değiştirerek anayasayı fetişize etti ve bir tür anayasa diktatörlüğü yarattı. 1924 Anayasası ile başlayan CHP’nin tek parti diktatörlüğünün ardından çok partili döneme geçilmesiyle 1950’de iktidar olan DP’nin devam ettirdiği çoğunlukçu demokrasi anlayışı, 1961 ve 1982 anayasalarından aldıkları güçle DP’nin ardılları olan AP, ANAP ve AKP tarafından devam ettirildi. Devletin ve toplumun yukarıdan aşağıya doğru yeniden düzenlendiği ve bir Milli Güvenlik Devleti anayasasının yürürlüğe girdiği 12 Eylül askeri müdahalesi koşullarında Türk-İslam milliyetçiliği resmi ideoloji haline getirildi. Devletten, ordudan, sermayeden ve emperyalizmden yana olma tutumu ile statükoculuk, geleneksel sistem savunuculuğu, kişiye ve güce tapınma refleksi, takiyeci, entrikacı ve komplocu yöntemler geçerli oldu. Türk tipi başkanlık rejimine geçiş bu süreçte hileli bir anayasa referandumuyla gerçekleşti. Bu siyasal ve toplumsal sürecin nispeten sorunsuz yaşanması hala yürürlükte olan 12 Eylül Anayasası’nın iki temel vurgusunda aranmalıdır.
Anayasanın Başlangıç kısmında, “Hiçbir düşünce ve mülahazanın Türk milli menfaatlerinin, Türk varlığının, devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihi ve manevi değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılapları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği” yazıyor. 13. madde ise, “Temel hak ve hürriyetler, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün, millî egemenliğin, Cumhuriyetin, millî güvenliğin, kamu düzeninin, genel asayişin, kamu yararının, genel ahlâkın ve genel sağlığın korunması amacı ile ve ayrıca Anayasanın ilgili maddelerinde öngörülen özel sebeplerle, Anayasanın özüne ve sözüne uygun olarak kanunla sınırlanabilir” diyor. Askeri müdahalelerden OHAL uygulamalarına, özel mahkemelerden siyaset yasaklarına kadar olağanüstü rejim standartlarının kaynağı -yeni rejim de gücünü bu hükümlerden alıyor- bu anayasal kısıtlamalardır. Bu anayasa yürürlükte kaldığı sürece Türkiye’de genel olarak demokrasi ve demokratik bir yönetim olmayacaktır.