Hatırlarsınız, 27 Şubat 2020 günü, İdlib’de TSK mensuplarına yönelik gerçekleştirilen saldırı sonucu 33 askerin hayatını kaybetmesiyle başlayan gelişmelerin ardından Türkiye’nin Avrupa’ya kara ve deniz sınırlarını açtığı haberleri yapılmıştı. Bu haberlerin hemen ardından pek çok mülteci ve göçmen, evlerini kapatıp eşyalarını dağıtan binlerce kişi Edirne ve Ege Denizi’nden Yunanistan’a geçiş noktalarına gitmiş; uzun, belirsiz, zorlu ve ihlallerle dolu bir bekleyişe başlamıştı. Geçiş bir türlü olmuyordu. Çünkü haberler yanıltıcıydı. Türkiye’nin sınır kapısı açık olsa bile Yunanistan’ın kapıları kapalıydı. Geçişe izin verilmiyordu. Yani Türkiye’deki mülteci ve göçmenler yanlış yönlendirilmişti. Ancak geri dönüş de pek çok açıdan zordu. Ayrıca bir umut, her an kapı açılabilirdi!. Yunanistan’ın sınır kapısı daha insani bir yaşam ve gelecek için önemliydi.
Mülteci Hakları Koordinasyonu’nun hazırladığı raporda görüşlerine yer verilen bir mülteci bekleyişinin sebeplerini şöyle anlatıyordu: “Ben tek başıma olsam burada yaşar giderim ama biliyorum ki Türkiye’de çocuğum için bir gelecek yok, üniversite de okusa düzgün bir işi gücü, saygınlığı olmayacak. Onun geleceği için gitmeliyiz ama farkındayım da bizi buradan almayacaklar, yine de bu kadar gelmişiz, bekleyeceğiz.”
9 yaşındaki Afgan bir çocuk ise yaşadıklarını “Babam öğrenmiş ‘sınır açıldı’ diye, eşyaları hazırlamışlar, beni okuldan aldılar. Babam istediğinden gelirim tabii, benim başka kimsem yok ki, onlar nereye ben oraya. Okulum, arkadaşlarım iyiydi yoksa benim; ama devamsızlığım doldu artık, kaldım. Babam da hep ‘Ben ne yapayım kendime, sizin geleceğiniz için gidelim istiyorum’ diyor. ‘Kendiniz için bir şey olun, eğitim alın’ diyor. O da bizi düşünüyor.” şeklinde ifade ediyordu.
İnsanlık dışı koşullarda devam eden “bekleyiş” bir ay sürdü. COVID-19 küresel salgının Türkiye’de de görülmesi üzerine, sınırların açıldığına dair çıkan haberlerden tam bir ay sonra, bu kez sınırda bekleyen binlerce insanın zorla otobüslere bindirildiği ve çadırların yakıldığı haberleri medyada yer aldı. Bu bir ayın sonunda -Mülteci Hakları Koordinasyonu’nun bu sürece ilişkin hazırladığı gözlem raporunda da belirtildiği gibi- en az iki ölüm, yüzlerce yaralı, umudu kırılan, geldikleri kente döndüklerinde hak kayıplarına maruz kalan binlerce insan kaldı…
Türkiye’den Yunanistan’a geçerek, daha iyi bir yaşam kurmak umuduyla bekleyen bu kişilerin arasında en çok Afgan mülteciler bulunuyordu. Gazeteci Ercüment Akdeniz’e göre bunun birkaç sebebi vardı: Bunlardan biri Suriyelilerin, tek taraflı da olsa kendilerini Türkiye’deki yaşama entegre etmeye çalışmış olması onları dil ve meslek edinme üstünlüğü sağlaması ancak Afganların böylesi bir olanağa sahip olmayışıydı. Bir diğeri 2013 yılında BM’nin Türkiye’deki Afganları “Afganistan Suriye gibi Türkiye’ye komşu ülke değil” diyerek uluslararası mülteci alım kotasından çıkarmasıydı. Bu yüzden Afgan mülteciler ağızlarını dikerek eylemler yapmışlardı. Bir başka sebep de Türkiye’de “alt işler” diye tabir edilen vasıfsız ve en ağır işlerin bir bölümü Afganistanlı ve Pakistanlılara kalmasıydı. Bu işler arasında atık kağıt ve plastik toplayıcılığı, kot yıkama, inşaat gibi düzensiz, tarım/çobanlık gibi kırdaki işler bulunuyordu. Akdeniz’e göre “en alttakilerin de en alttakileriydi Afganlar.” “Geride kaybedecek bir şeyleri olmadığı için sınırda risk alan grupların başını çektiler.”
Belki görmüşsünüzdür. Birkaç gün önce, çocuk işçiliği ile mücadele gününde, haber bile sayılmayacak birkaç satır sosyal medyaya düştü: “Kırklareli merkezde ismi bilinmeyen sekiz yaşındaki Afgan kağıt toplayıcısı çocuk dün saat 17.30 sularında bacağını pres makinesine kaptırdı.”
Evet, yanlış okumadınız. Sekiz yaşındaki Afgan bir çocuk, çalışırken bacağını pres makinesine sıkıştırmış. “Çalışırken” yani çöpten atık kağıt toplarken… İsmi bilinmiyor zira büyük olasılıkla kimliği yok. Bu birkaç satırdaki tek iyi şey, çocuğun yaşamını kaybetmemiş olması. Çünkü o kadar çok çocuk ne yazık ki çalışırken yaşamını kaybediyor ki… İşte kanıtı: İşçi Sağlığı Meclisi’nin 12 Haziran’da yayımladığı “malumun ilanı” dediği rapora göre son sekiz yılda en az 513 çocuk çalıştırılırken yaşamını kaybetti.
Üstelik biliyoruz ki çocukların yaşı düştükçe, çalışırken maruz kaldıkları şiddet ve yaşam kaybı riski artıyor. Deri ve Tekstil İşçileri Derneği de bir rapor hazırladı. Pandemide Mülteci Çocuk İşçiliği adlı raporda mülteci çocukların çalışma oranının gittikçe arttığı, koşullarının zorlaştığı ve çalışma yaşının sekize indiği belirtiliyor. Yani çalıştırılan mülteci çocuklar çok daha fazla şiddet ve yaşam kaybı riskiyle karşı karşıya.
Türkiye’de yaklaşık 500 bin Afgan mülteci var. Çok zorlu ve tehlikeli bir yolculuktan sonra geldikleri Türkiye’den üçüncü bir ülkeye yerleşebilmek için belirsiz bir uzunlukta beklemek zorundalar. Beklerken yerleştirildikleri uydu kentlerin dışına çıkmaları yasak. Hatta bu şehirlerden kaçmadıklarını ispat etmek için hafta içinde birkaç kez imza vermek zorundalar. Bu çok kolay bir işlem değil. Çünkü hiç geliri olmayan bu kişilerin imza için yol parası ödemeleri gerekiyor. Zaten kalacakları yeri bulmaları ve kira ödemeleri de kendilerinden bekleniyor. Zar zor bir ev bulurlarsa da çok kalabalık, sağlıklı olmayan koşullarda sonsuz ve zorlu bir mücadele başlıyor. Hayatta kalma mücadelesi. Bu mücadeleye uzun süre sonra ve ancak zorlu prosedürleri tamamlanabilirse verilen çalışma izinleri eklenince Afgan çocuklarının payına düşen kayıt dışı çalışmak oluyor. Yani ismini bilemediğimiz 8 yaşında, çalışırken bacağını pres makinesine sıkıştıran Afgan çocuğun yaşadığı ne yazık ki münferit değil.
Göç etmek, mülteci olmak zorunda kalan çocukların nelere maruz kalacağı, ne yaşayacağı hangi ülkeye gittiğiyle ilgilidir. Daha doğrusu gittiği ülkedeki çocuk koruma sistemiyle… Eğer mülteci çocukların gittiği ülkede; çocuklar zaten çalıştırılıyorsa, çalışırken şiddete maruz kalıyorsa, yaşamını kaybediyorsa mülteci çocuklar çok daha ağır koşullarda çalıştırılır, daha fazla şiddete uğrar.
Haber bile sayılamayacak satırları okurken aklıma önce 2013 yılında Adana’da kayıt dışı bir işyerinde çalışırken kafasını pres makinesine sıkıştırarak yaşamını kaybeden 12 yaşındaki Ahmet Yıldız geldi. Ardından 2014 yılında Bursa’da abisiyle birlikte çöp toplarken araba çarpan 6 yaşındaki Yücel…. Ahmet’i, Yücel’i koruyamayan sistem bu kez de 2021 yılında 8 yaşındaki Afgan çocuğu koruyamadı.
O halde yapılması gereken bir malumun ilamı daha var: Eduardo Galeano’nun dediği gibi yoksul çocuklara, mülteci çocuklar hâlâ “çöp muamelesi” yapılıyor!