“Mazi daima mevcuttur. Kendimiz olarak yaşayabilmek için onunla her an hesaplaşmaya ve anlaşmaya mecburuz.”
(Ahmet Hamdi Tanpınar)
Salgın sokaklarda kol gezerken Nisan hiç de sessiz ve sakin geçmedi. Aksine, bu yıl 23 Nisan akşamı geçmiş yıllara göre vatandaş daha bir coşkuluydu. Bunun birinci nedeni, çocuk bayramına neden olan hadisenin yüzüncü yılını kutlamak üzere duyurusu yapılmış olan balkon ve pencerelerden kutlama çağrısıydı. Belediye hoparlörlerinden istiklal marşı çalındı ve devamı da pencerelerden yükselen laikçi/milliyetçi marşlarla sürmekte iken bu kez sonuna kadar açılmış cami hoparlörleri devreye girerek önce ezan ardından da her minaredeki imamın durumuna göre tiz, pes, davudi ama istisnasız detone bir ilahi ve dua kakofonisi geceyi ‘sentezledi’. Kaderin cilvesi o ki milli bayramın yüzüncü yıldönümü ile yalnızca virüs salgını dönemi değil Ramazan ayının başlangıcı da örtüşmekteydi.
Sonra, evlerine kapatılmış ahali ekranları başına, ‘anaakım’ kanallarda Ramazan muhabbetlerine döndüler; laikçi kanalları seyredenler ise iktidarı ve cumhurbaşkanını böyle müstesna bir güne yeterli önemi vermemekle suçlayan uzman yorumlarına hak verdiler. İşte Mustafa Koçak, muhtemelen o saatlerde can verdi…
Sabah, sosyal medyada bir öfke fırtınasına uyandık. Bir dağcı, Hasan Cemal’e ‘bela’ okuyor, içişleri bakanı da ‘ölümü kutsayan Cehapelilere’ çemkiriyordu. CHP bu ya, ‘şehitler tepesi’nin virüs salgını nedeniyle boş kalmasını eleştirmek suretiyle bakanı öfkelendirmiş olabilirdi. Oysa mesele başkaymış.
Meğer ki Hasan Cemal, Nisan denilince takvimde 23’ün ertesi günü olduğunu da hatırlatan bir twit atmış. ‘Ermeni kardeşlerimin acısını paylaşıyorum’ demiş ve bunu derken de ‘o kelimeyi’ kullanmış. Vicdansızlık yarışı içinde gösterilen tepkileri okurken ürpermemek elde değil. Dağcının derdi ise sonradan anlaşılıyor: Meğer ismi vatandaşın kulağına yeterince yerli ve milli gelmiyormuş da bu nedenle ‘afedersiniz Ermeni mi yoksa Yahudi mi?’ babında sorular soruluyormuş. Yıllardır bu ‘hakaretlerin’ altında ezilen adamcağız kendini Tengri dağına vurmuş, ‘safkan, pir-ü pak Türk’üm’ diye haykırmış olmamış, Hira dağına tırmanıp kelime-i şahadet getirmiş yetmemiş; işte sonunda fırsat ayağına gelmiş de Hasan Cemal’e ilk bela okuyan olabilmiş. Ne mutlu böyle Türküm diyene…
Bakanın derdi ise başkaymış. Şöyle: 28 yaşında bir genç, Mustafa Koçak, terörist olduğu iddiasıyla ağır hapse mahkum edildi. İddiasına göre bu hüküm, tamamen bir itirafçının gizli tanıklığına dayanıyordu. Bu nedenle yeniden ve adil yargılanmayı talep ediyordu. 297 gün boyunca açlık grevi ve ölüm orucu eylemi gerçekleştirdi. Bedeni, gün be gün eridi. Yetkililer kulakları üzerine yatıp uyumayı sürdürdüler; adını bile anmadılar. Annesiyle son telefon görüşmesinde ‘artık nefes alamıyorum’ diyordu. Öldüğünde kilosu ile yaşı eşitlenmişti…
Mustafa Koçak’ın eylemini yok sayan aynı yetkililer, bir canlı türü olarak, tam yüz beş yıldır ‘o kelime’nin içeriğini inkâr etmeyi kendilerine varlık temeli yaparak hayatta kalabildiklerine inanıyorlar. Üstelik ‘ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün’ olduklarına da inandıklarından, bu korkularını ellerindeki ideolojik aygıtlarla sürekli yeniden üreterek bütün toplum sathına yaymak suretiyle nefes alabiliyorlar. Sükûnet bozulduğu anda ise hemen çemkirmeye başlıyorlar. Kendi dikte ettirdikleri dışında bir tarih anlatısı duyulur korkusuyla köpükler saçıyorlar. Çünkü üzerinden yüz beş yıl geçmiş olsa bile Hasan Cemal’in söylediği söylenemez; ‘söylenmesi teklif dahi edilemez’.
Koçak’ın ve daha önce Helin Bölek’in ölüm orucunda can vermelerinin ardından olanlar da öyle. Ölüm, konserlerin yasaklandığı gerçeğinin ve adil yargılanma talebinin yok sayılmasını imkânsız hale getirdiği anda, o suskun yetkililer derhal şahlanarak Bölek ve şimdi de Koçak üzerine kendi anlatılarını, hakaretlerini dikte ettirmek bunun dışındaki her türlü anlatıyı bastırmak için var güçleriyle bağırarak nefret kusmaya başlıyorlar. Adalet ve oruç kavramlarını ‘zehirli diline meze yapmış’; böyle buyuruyor yetkililer. Belli ki ölümün ardından üzüntü ya da taziye ifade etmek suç; neredeyse sükûnetle yas tutmaya bile izin yok. Roland Barthes’ın söylediği üzere, ‘faşizm konuşmayı yasaklamaz, konuşmayı zorlar.’
Sonra hep birlikte, karısının boğazını makasla keserek öldürdüğü için girdiği hapisten geçen hafta af ile salıverilmiş babası tarafından çocuk bayramı günü hortumla dövülerek öldürülen bir çocuğun, 9 yaşındaki Ceylan Aslan’ın toprağa verildiği haberini okuyoruz…