Sözün bittiği bir yer var mı?
Yok.
Tamam, söyleriz ara sıra; en çok da biz gazeteciler söyleriz; o kadar vahim ve keskin olur her şey, o kadar uçurumun kıyısına gelip dayanırız ama bitmez yine de söz. Bir zamanlar Auschwitz’den sonra şiir de yazılamayacağını da söylediler ama işte o da bitmedi bir türlü.
Yine de bazen, durup kalıyor insan. Tıkanıyor. Akşamdan sabaha her tarafımızdan harfler, kelimeler, sesler ve görüntüler akıp gidiyor, adına “gündem” dediğimiz bütün o şeyler hızlıca geçiyor yaşamımızdan; arada durup, durdurup “hayır bakın bu önemli, asıl bu önemli!” diye haykırmak istiyor insan ama ortalık o kadar gürültülü ki!
Bu yazı yazılırken sevgili Sabiha’nın “Herkesin bir açıklama beklediğini biliyorum. Annemle henüz görüşemedik ve kararı ne yönde bilmiyorum. Dilerim güzel günler uzak değildir…” notu hala ekranda duruyordu. Yazı bittiğinde ya da yayınlandığında durum ne olacak, işler nereye varacak bilmiyorum, gün boyunca belki elli kez dönüp “bir değişiklik var mı” diye bakıyorum. Tuşlara basmak gelmiyor içimden. Bu gerginlik içinde, nezih memleketimin başka herhangi bir “gündem” maddesiyle ilgili yazmak da istemiyorum. Öyle keskinliğimden filan değil. Bu kadar sorun varken kediyle köpekle, yağmurla selle mi uğraşılır diyenlerden de hazzetmem pek. Uğraşılır. Hayat karmaşık bir şey ve onun her alanında sorunlar var. Daha da önemlisi, bütün sorunlar, vahşilikler, aptallıklar aslında bir yerden bakınca yaklaşık olarak aynı kaynaktan doğuyor. Kadın döven adamla kedi tekmeleyen adam aynı kişi aslında, kapıları üstümüze kilitleyen el de aynı adama ait; temsili ya da mecazi değil üstelik, gerçekten öyle.
***
Bazen tuhaf ya da tuhaf görünen şeyler oluyor. Bu hafta sonu gazetemizde Arif Mostarlı’nın ‘Tarihin Belleği’ köşesinde yayınlanan yazı, aslında çok basit, çok naif bir şeydi. Okumuş olanlar bilecektir, yazı, 1973-77 yılları arasında CHP’den İstanbul Belediye Başkanı olan Ahmet İsvan’ın yaşamını kısaca anlatıyordu. 12 Eylül tarafından bedel ödetilen İsvan’ın dürüst ve ilkeli tavrı, yazının ana konusuydu.
Basılı gazetede kim ne kadar okumuştur tabii ki bilmiyorum ama sosyal medyada yazı inanılmaz biçimde patladı. Tanıdığım tanımadığım yüzlerce insan yazıyı paylaştı, başkaları da okusun diye çaba gösterdi. Bunların arasında muhtemelen Yeni Yaşam gazetesinin adını bile duymamış olanlar da vardı. Böylece mütevazı bir rekor çıktı ortaya.
Dünden beri düşünüyorum, neden? Bu kadar mı hasret kalmış insanlar en basit şeylere?
Ahmet İsvan bir halk kahramanı filan değil. Basit hasletleri var adamın; kendince bir dürüstlük anlayışı var. Bir vakitler anne babaların çocuklarına verdiği basit öğütler işte: Çalma, çırpma filan…
Pasolini’nin “çölde her şey mucize etkisi yapar” sözü ne kadar da gerçekmiş meğer?
***
Öykü işine bulaştıktan sonra, özellikle Sait Faik’i yeniden okumaya başladım. Okudukça da çölün nasıl bir şey olduğunu fark ediyorum. Adamın en büyük marifeti aslında gezmekmiş. Şehri, yani İstanbul’u gezmek… Girip çıkmadığı delik yok ve her yerden insan ilişkileri, insan ilişkilerinden de öyküler yaratıyor. Çünkü insanlar konuşuyor o zamanlar! Kahvede birinin yanına oturup ‘selamınaleyküm’ deseniz, beş dakika sonra onun hayatı üzerine bir şeyler öğreniyorsunuz, onuncu dakikada dert paylaşıyorsunuz.
Şimdi?
Türkiye toplumu hiç bugünkü kadar kendini kapatan, bu kadar ketumlaşmış bir toplum olmuş muydu tarihte? İnsanlar herhangi bir dönemde birbirlerine bu kadar kuşkuyla bakmışlar mıydı?
***
Geçip gidecek bütün bunlar elbette. Geçip gidecek ama çok ağır bedel ödüyoruz. Bu kadar deformasyon, bu kadar çürüme kolay kolay onarılamayacak.
Geçip gidecek, göndereceğiz daha doğrusu ama ağır yaralar açılıyor ruhumuzda.
Hala duruyor Sabiha’nın notu ekranda. Zaman zaman elim telefona gidiyor ama aramaktan vazgeçiyorum; ne diyeceğimi bilmiyorum çünkü.
Sözün bittiği yerde miyiz? Bilmiyorum. Umarım öyle değildir.
Ya da belki, bir başka anlamda, bitse artık söz… Sözlerden ibaret olmasa artık her şey…