Dünün 17 Aralık olmasının yarattığı karmaşık duygular henüz geçmedi. Bir yandan yüzyılların ötesinden sevgiyi, aşkı, gönül yüceliğini haykıran Mevlana’nın sevgilisine kavuşma günü, Şeb i Arus’un, diğer yandan tüm pisliklerin ortaya dökülmeye başladığı 17-25 Aralık olaylarının yıldönümü. İroni gibi, sevgiden, aşktan söz edecekken yıllardır içinde bulunduğumuz ve gırtlağımıza kadar saplandığımız yolsuzluk, rüşvet, adam kayırma, har vurup harman savurma bataklığında debeleniyoruz.
Bu daha ne kadar sürecek, daha ne kadar bekleyeceğiz güzel günleri?
Bizim oralarda yaygın bir kanaat var, “yağmur, dineceğine yakın hızlanır” derler. Gecenin en karanlık dönemi, sabaha karşıdır. Her “çok yaklaştık, tünelin ucundaki ışık göründü, görünecek” dediğimizde tünelde bir başka dönemece giriyoruz, bir türlü ışığı göremiyoruz. Ama bu son olaylar, artık daha koyu bir karanlığın içine düşmeyeceğimizin habercisi gibi.
Suriye’deki savaşın uzamasında ve bunca cana, sürgüne, yıkıma yol açmasında en büyük etkenlerden birinin Türkiye’nin yanlış dış politikası olduğu herkesçe kabul edilen bir gerçek olarak durmaktadır ortada. İktidar blokunun, başta Kürt fobisi olmak üzere Yeni Osmanlıcılık ve Emevi Camii’nde namaz kılma hayalleriyle ülkeyi içine soktuğu çıkmaza, en önde “Ana’sı” olmak üzere muhalefet de destek verdi. Yurt dışına asker gönderme tezkerelerine “içleri kan ağlayarak, şehit cenazesi gelmemesini dileyerek” toptan el kaldırdılar. Savaşta şehit olmayacakmış gibi. HDP’yi kimse kale almamakta, bir tek o karşı çıktı.
Tabii tüm bunların, bu savaş tamtamlarını hızlandırmanın tek nedeni var. İktidarın, içerdeki ekonomik darboğazı geçememenin neden olduğu oy kaybını telafi etmek için savaşa ve hamasete yönelmesi. Muhalefet de savaşa karşı çıkmanın oy kaybettireceğinden korktuğu için buna ses çıkarmamakta. Bu durumun en büyük sıkıntısını çeken halk tabakaları ise suskun. Halka öncülük yapması gereken aydınlar ise başta Türkiye’nin tüm kesimlerine hakim olan bölünme paranoyası ve Kürt korkusu nedeniyle ses çıkarmamaktalar.
Suriye’de savaşın sonuna gelinmekte. Türkiye, Suriye’nin kuzeyinde girdiği sözde “barış amaçlı!” üç bölgede tıkanıp kaldı. Bölgedeki Kürtler, Suriye’nin içlerine doğru sürülerek yerlerine Türkiye’deki mülteciler yerleştirilmekte, oralarda adeta Türkiye’nin bir parçasıymış gibi kalıcı tesisler kurulmakta, kaymakamlıklar, okullar açılmakta. Halkımız da yeni yerler kazanma hayaliyle bundan sevinç duymakta. Büyük bölümü de olaylar karşısında vurdumduymaz, “dong” bir halde olayları görmezden gelmekte, daha doğrusu görememekte.
Kemalist olduğu Twiteer’daki platformundan anlaşılan bir genç kadın, Arapları, “bizi tarihte de gördüğümüz üzre sırtımızdan bıçaklayan; şimdi de toprağımıza göz dikmiş hain bir millet” oldukları için “sevemediğini”, “ama masum olan her canlıyı hayvanlar dahil” sevdiğini söylemektedir. Afrin’de, Serêkaniye’de, Cerablus’ta işinde gücünde olan, ÖSO mensuplarınca yerlerinden yurtlarından edilen, öldürülen, malları gaspedilen, tecavüze uğrayan Kürtler masum değil bu hanımefendiye göre. Kim kimin toprağında, haberi yok gibi. İşte bizdeki aydın ve sol olduğunu söyleyen çevrelerdeki bakış açısı genelde bu.
Artık kanıksanan ve oy kaybını önleyemeyen Suriye savaşından sonra iktidar yeni bir bahane buldu. Yeni bir savaş alanı olmaya aday.
Libya…
Biliyorsunuz, Arap Baharı günlerinde batılılar, “Kaddafi yönetiminde inim inim inleyen Libya halkını kurtarmak ve oraya da demokrasi getirmek için” Libya’ya müdahale ettiler. Sayın Erdoğan başta, batının bu tavrına yüksek sesle karşı çıktı, “Libyalı kardeşlerimiz”in yanında yer aldı. Ne zaman ki NATO güçleri Libya’ya girdi, hemen saf değiştirip batının yanına geçti. Kaddafi parçalanarak feci şekilde öldürüldükten sonra batıdan gelen demokrasi, işlevini yerine getirdi. Afganistan gibi, Suriye gibi, Irak gibi demokratik(!) üç Libya doğdu ve hala iç savaşla boğuşmakta.
Birleşmiş Milletler Teşkilatı, bu üç gruptan Trablus merkezli hükümeti Libya’nın meşru hükümeti saymakla birlikte ABD, Rusya, Mısır, Suudi Arabistan ve batılı diğer ülkelerin büyük bölümü Tobruk merkezli Temsilciler Meclisini tanımakta. İşte Türkiye, Müslüman Kardeşler örgütünün ağırlıkta olduğu bu Trablus hükümetiyle biri denizde, biri askeri işbirliği ve savunma alanında olmak üzere iki antlaşma imzaladı. Her ikisi de Libya’nın gerçek temsilcisi olduğunu söyleyen ve büyük güçlerce desteklenen daha seküler Tobruk Yönetimi’nce kabul edilmemekte. Tobruk hükümeti güçlerinin başındaki general Halife Hafter, Türk gemilerinin vurulması emrini verdiğini bildirmekte.
AKP grubu, MHP’yi de arkasına alarak evvelki akşam, Meclis’ten geçirdiği tezkere ile Libya’ya asker göndermeye izin çıkardı. Sayın Erdoğan, gerekirse yardıma gideceklerini de beyan etti. Ancak orada Kürt yok, MHP’nin desteği nereye kadar devam eder, bilemem.
Evet, Suriye’de savaş bitiyor, barış gelecek, Türkiye’de de akl-ı selim hakim olacak diye düşünüyorken karşımızda yeni bir savaş ve hamaset kapısı açılıyor gibi. Umarım bunlar son çırpınışlar olur ve demokrasiye, hukukun üstünlüğüne kavuşuruz.