Yıllar önce Türk Tabipler Birliği, (TTB) devletin hışmına uğrayacak bir tespitte bulunmuştu. “Savaş bir halk sağlığı sorunudur” diyerek mesleki bir gerçeği kamuoyuna deklare etmişti. Biz bir tespit silsilesi ekleyebiliriz: Savaş bir huzur sağlığı sorunudur. Savaş bir özgürlük sorunudur. Savaş bir mutlu yaşamak sorunudur. Aklımıza ne gelirse çoğaltabilir, benzer yanlarını görebiliriz çünkü hissediyoruz her yandan.
Yönetmen Miguel Salazar, savaş tanığı arkadaşı Ciro Galindo’nun hikayesi üzerinden Kolombiya’nın savaş tarihini bir belgesel-film olarak kayıt altına almış. Film izleme platformu Mubi’de izleyici ile buluşan Ciro ve Ben filmi, Kolombiya’nın haritasından insan üzerine etkisine kadar birçok hayati konuya değiniyor.
Bilindiği gibi Kolombiya’da devletin faşist rejimine karşı FARC bir gerilla savaşına girdi ve bu neredeyse yarım asrı geçti. Zaten ekonomik olarak zalim bir düzen devleti olan ülkede devrimci damar boy verince, faşist rejim kendini daha hissettirir oluyor. Artık insanların ölümüne bile fiyat biçilen bir ülkeye dönüyor. Hayat orada böyle kuşaklar boyunca sürüyor.
Film bir belgesel-fotoğrafçının Kolombiya’da tanıştığı Ciro ailesi üzerinden bir ülkenin, Kolombiya’nın geçmişine gidiyor. Devletin artan şiddetine karşı halkın devrimci savaşını konu edinirken, kuşaklar boyunca süren trajedileri gösteriyor. Aslında bir kayıttan çıkan tesadüf, bir ülkenin tarihine uzanıyor. Devlet deşifre edilirken, hükümetler sırasıyla politikalarıyla kendini gösteriyor.
ABD’nin her yerde olduğu gibi Kolombiya’da da çok korktuğu gerilla /devrimci hareketlere karşı basıncı bu filmde de kendini gösteriyor. Sorunları yasal zeminde çözmek yerine güce ve saldırılara sarılan, halkın yoksulluğunu çözmek yerine ekonomisini silaha yatıran bir ülkeyi görüyoruz. Tıpkı Türkiye gibi. Filmden de anlıyoruz ki devletler birbirinden çok şey öğreniyor. Çaresizliği de çareler yerine bireysel hırsları da kişiler üzerinden görebiliyoruz.
Filmde gördüğümüz gibi Ciro Kolombiyalı bir aile babasıyken kendini sokaklarda çocuğu için adalet arayan bir baba olarak buluyor. Bu savaşın devam etmesiyle evlatlarının geleceklerinin nasıl değiştiğine tanık oluyoruz. Göç, tehdit, vakitsiz ölümler, fakirliğin insanı ezen gücü derken bürokrasinin bu günahlardaki rolünü de fark ediyoruz. Bir annenin duygu dünyasının çöküşü ise, izleyicide başka bir his uyandırıyor.
Devlet yok ediyor, yerinden ediyor, yaralı bırakıyor ve sonra bir lütuf gibi yardım eli uzatıyor. Bunu yaparken de insan haysiyetini ele geçirmek için her şeyi seferber ediyor. Çünkü savaş kanlı ve can alıyor ama bir kesim bundan muaf tutulduğu için her şey harcanır, her hayat hakkında söz kurmak sıradanlaşır. Gerçekte de budur, savaş ve beraberindeki zulüm destansı acıları ve direnişleri sıradanlaştırır. Bir nevi hafızasızlaştırma, ölü üzerinden yaşayanı korkutma politikası.
Filmde rahatsız eden şey FARC’ın devrimci gerilla hareketini savaşın ve acıların baş müsebbibi olarak göstermesi. Sanki FARC olmasaydı her şey güllük gülistanlık olurdu gibi bir algı ile kurgulanan film, fail devlete az dokunurken filli bir şekilde devam eden bir savaşta yaşanan kayıplar için devrimci bir hareketi hedef gösteriyor. Zaten Kolombiya’yı ziyaret edip orada savaştan ve savaşın sonuçlarından muzdarip olmuş, birebir tanığı ve mağduru olmuş bir insan ile aile üzerinden devleti ve arkasındaki sermaye oluşumunu gizli tutması filmi şüphe altında bırakıyor.
Evet, savaşın olduğu her yerde masumlar en önce mağdur edilir ve savaş sürdüğü sürece de bu tekrar devam eder. Burada Ciro’nun hayatına yani geçmişine bakınca söyledikleriyle örtüşüyor; “Anne ve babalar evlatlarını gömmemeli. Çocuklar anne ve babalarını gömmeli.” Bu gibi gerçekler her daim geçerli olsun tabii. İşte burada farklı etmenler araya giriyor. Örneğin FARC ile Kolombiya devletinin savaşında ABD silahlı ve ekonomik destek sunarken bunun yerine barışa dair hiçbir katkıda bulunmaz. Belgeselde gördüğümüz gibi Kolombiya bir kokain cenneti. Buradan yani bu sektörden büyük karteller, mafya grupları, savaşın içinde başka savaşların geliştiğini görüyoruz. Bu uyuşturucu trafiğinde ise belgeselde gördüğümüz kadarıyla bunun nemalanı devrimci bir örgüt olan FARC’a yükleniyor olması. Oysa başka film ve dizilerden gördüğümüz gibi bu uyuşturucu trafiği devlet ve işbirlikçisi olduğu başka devletlerin kontrolünde.
Bu filmi izlerken devlet aygıtı denen suç örgütünün kirli savaşını, türlü komplolarını görürken, devrimci bir örgütü sebep değil sonuç olarak anlayabiliyoruz. Tıpkı bugünlerde devlet eliyle HDP’nin Diyarbakır il başkanlığı önünde oturan insanların hayat hikayeleri üzerinden Kürt sorununu belgesel-film yapmak gibi. Nihayetinde bu günlerde silah bırakıp barış anlaşması için silah bırakan gerilla güçleri tek tek hedef alınıp katlediliyor.
Evet, savaş çok şeyi götürür, insanı mağdur da eder murdar da eder. Oysa sorunları görmeden, sorunlara karşı başkaldıran sosyolojik ve tarihsel gerçekliği görmeden bir ülkenin tarihine ‘göz atmak’ gerçek sorunları ıskalamaktır. Bu film de uluslararası failleri ve devletleri gizleyip mağdur filmini yaratma girişimi gibidir. Oysa direniş hâlâ devam ediyor. Yaşamış olan bilir ve biz de bunu yaşıyoruz: savaş ‘gibi’ değildir, gerçektir; can alır ve can verir.