2 Temmuz 1993, cumhuriyet tarihinin en kanlı linç vakalarından biri olan Sivas katliamının gerçekleştiği tarihtir. Yıldönümüne bir gün kala, 1 Temmuz Pazartesi günü Sinan Ateş davası görülmeye başladı. Ertesi gün, Türk milli futbol takımının Avusturya karşısındaki galibiyete imzasını atan futbolcunun sahada yaptığı faşist el hareketi devlet ve anaakım siyaset tarafından sahiplenildi. Aynı gece Kayseri’de ‘vatandaş tepkisi’ Suriyeli sığınmacı ailelere saldırıyor, evlerini ve işyerlerini yağmalayarak ateşe veriyordu. Polis ve jandarmanın seyirci kaldığı pogromlar saatler içinde birçok kente yayıldı ve sonunda kan döküldü. Bir mülteci çocuğun canını almayı başaran linç güruhu geçici de olsa tatmin olmuş olmalı.
Pazartesi günü Sincan mahkemelerinin takvimine bir başka katliam davasının karar duruşmasının konulmuş olması, en hafif tabirle anlamlı bir rastlantıydı. 10 Ekim 2015’te gerçekleşen Ankara Garı katliamında barış yürüyüşü için toplanmakta olan kitle içinden 103 kişi ölmüş, yüzlerce eylemci yaralanmıştı. Mahkeme, on sanığa müebbet hapis cezası vererek dosyayı kapattı. Yakın tarihten Sivas katliamı ve Hrant Dink cinayetinde izlenen hukuki rotanın tekrarlandığı görüldü. En az kişiye mümkün olan en düşük cezayı vererek konuyu kapatmak. Hrant Dink’i FETÖ öldürmüş, Gar katliamını IŞİD yapmıştı; Sivas davası mahkumları da cumhurbaşkanlığı affıyla salıverilince kanın üzerine beton dökülmüş oldu. Oysa resmi kurumların dahli olmadan bu üç katliamın hiçbiri gerçekleştirilemezdi. Ankara Garı olayı öncesi polisin kuşkulu tavrı, önceden istihbarat alındığı iddialarını doğrular nitelikteydi. Patlamaların ardından da yaralı kitlenin üzerine tazyikli su, plastik mermi ve joplarla gerçekleşen polis saldırısının can kaybının artmasına neden oluşunu herkes canlı izlemişti. Adeta IŞİD’in topçu atışları ardından polisin de zırhlı araç ve piyade taarruzuyla tamamladığı topyekûn bir organize katliam…
İşte bu vakanın dava dosyası 10 mahkumiyetle kapatılmış bulunuyor. Ne İçişleri Bakanı, ne Ankara valisi, emniyet müdürü; ne bir polis memuru, ne de MİT başkanı ve onun aparatları: Hiçbir resmi kurum, siyasetçi, devlet adamı ya da memur bu katliamla ilgili soruşturmaya bile dahil edilmeden dava tamamlanmış bulunuyor. Demokratların vicdanlarındaysa tıpkı Sivas katliamı, Hrant Dink ve Tahir Elçi cinayetleri ve benzeri onlarcası gibi hep açık kalacak bu davalar.
CHP’nin eski ve yeni genel başkanları başta olmak üzere demokrat vicdanların oylarına talip bir kısım siyasetçi de 1 Temmuz Pazartesi sabahı Sincan’daydı. Ankara Gar katliamı karar duruşmasını değil de bir MHP’linin başka MHP’liler tarafından yine Ankara’nın ortasında gündüz vakti öldürülmesi davasını izlemek üzere oradaydılar. Adli bir suç olmakla birlikte iktidar ortağı MHP içi bir mesele olması hasebiyle siyasi niteliği de vardı. Bir hafta süren duruşmalar boyunca CHP kurmayları mağdur aile mensuplarının yanında oturdular. Sonunda işler muhtemelen cumhurbaşkanının MHP liderliğinin istediği yöndeki talimatları doğrultusunda siyasi değil de torbacı ya da alacak-verecek meselesine indirgenerek bağlandı. Erdoğan’ın Bahçeli yerine yeni partner arayışlarının yansıması olarak okunan ‘yumuşama’ ya da ‘normalleşme’ dosyasının da Sinan Ateş dosyasıyla birlikte rafa kalktığı böylece anlaşılmış oldu.
Bu esnada, Türkiye kamuoyunun dikkati zaten çoktan milli maç ve bozkurt işareti eşliğinde Kayseri linçi ve Suriyeli mülteci hıncı rotasına girmiş bulunuyordu. Aslında iki eşzamanlı dava, Sivas katliamının yıldönümü, bunlar arasında CHP’nin yaptığı tercih ve yargı gücünün örtbasçı refleksleri bir bütün olarak bir ‘milli patoloji’ teşhisi açısından Freud’un deyişiyle ‘kraliyet yolunu’ göstermiyor mu? Kamuoyundansa oraya yani köklere değil de semptomlara; MHP’li bir dulun gözyaşları, bir futbolcunun ırkçı el hareketi ve artan mülteci nüfusu karşısında ‘vatandaş tepkisi’ne bakması isteniyor. Çünkü o patolojik bozukluk deşilmeye başlandığında Can Yücel’in deyişiyle ‘bu düzenin bazı’ ortaya serilecektir.
Düzenin bazını, milli kimliğin harcını ya da kurucu sosyal patolojiyi merak edenlere, öncelikle kurdun faşizmi mi yoksa Türk milletini mi sembolize ettiği üzerine tartışmayı bırakmaları tavsiye edilir. İkinci olarak, barışın sembolleri (Deniz Naki) ya da dini sembolleri öne sürerek faşizmin sembolünü meşrulaştırma çabalarına kulak asmamaları. Sonra, doğru bir başlangıç adına, yaz tatili okuma listenizin başına Tanıl Bora’nın bu yıl genişletilmiş yeni baskısı yapılan Türkiye’nin Linç Rejimi kitabını koymanız gerekiyor.