Vizontele filminin önemli sahnelerinden birisini damda elde çekirdek bedavaya film seyretme bölümü oluşturur. Bu sahnelerin asli unsuru çekirdektir. Nerdeyse seyretme ile ilgili bütün sahnelerde çekirdek çitlenir. Halk arasında seyirci kalma durumu genel olarak çekirdek çitleme kavramı ile izah edilir. Kişinin kendi dışında, öznesi değil seyircisi olduğu bir durumu işaret eder. İzleyici durumundaki birey kendisiyle alakalı olmayan, kendi dünyası dışında gerçekleşen ve kendi durumuna etkide bulunmayacak durumu bir sinema filmini izler gibi, hiçbir şey düşünmeden, bilinen bir şeyi ritmik hareketlerle yapar ve zamanı tüketir gibi çekirdeği tüketir. Bir tür yabancılaşma halidir yaşanan. Seyirli oyunlardan yaşama sirayet ettiğinde ise büyük bir vahamete dönüşür bu yabancılaşma. Bir imge olmaktan çıkıp gerçek bir eylem haline gelir. Hayat bir nehrin akışı gibi kıyısında oturulup çekirdek çitleyerek izlenir.
Psikiyatri literatüründe derealizasyon kavramı bu durumu izah etmede yardımcı olabilir. Derealizasyon kişinin, çevresini olduğundan farklıymış ve kendisine yabancıymış gibi algılaması, yaşananların gerçekliğini hissetmek konusundaki sorunlar yüzünden kendisini boşluktaymış gibi hissetmesidir. Sanki kendi bedenlerinin ve zihinsel süreçlerinin bir gözlemcisi gibidirler. Bireysel durum toplumsal bir eyleme dönüştüğünde bireysel yabancılaşmanın yerini toplumsal yabancılaşma alır. Bu yabancılaşma kavramı ile anlatılmak istene ise tam da toplumun ve toplumu oluşturan bireylerin kendi toplumsal yaşamlarının öznesi olmaktan çıkma halidir. Bir çeşit çekirdek çitleme hali.
Neredeyse tüm toplum bir açık hava sinemasında toplanmış, elinde çekirdek torbaları kendi hayatlarını onun dışından bir film gibi izliyor. Hemen herkes, filmin bir karesinde bir kahramanın ortaya çıkıp kötüleri yenmesini ve herkesi kurtarmasını mutlak bir olasılıkmış gibi bekliyor. Oysa karanlık filmler çağında yaşandığı kötülerin galip geldiği filmlerin revaçta olduğu unutuluyor. Ağır travmatik olaylar peş peşe yaşanırken, olaylara ve olayları yaratan süreçlere müdahale edilememesi, gidişatın engellenemezliği olgusunun kabulünü getiriyor. Bu kabulün beslediği çaresizlik duygusu, bir yandan siyasallaşan bir sinizmin içerisinde, sosyal medya teşhiri ve şikâyetçi mağduriyet diline sığınıp ahlaki öfke patlamalarını tetikliyor, öte yandan büyük bir yabancılaşma durumunu dayatıyor. Müdahale edemeyeceği süreci izlemek durumunda kalan birey, onun öznesi olmaktan da çıkıyor. Kendisini toplumsal sürecin dışarısına atan birey, toplumu bu karanlık süreçten kurtaracak kahramanı beklemeye başlıyor. Daha kötü olan bu patolojik durumun siyasal aktörlerin bir kısmına da sirayet etmiş bulunması.
Erdoğan hızla baskı düzenini kurumsallaştırıp devlet mekanizmasını merkezileştirir ve keyfileştirirken, sol adına konuşan birey ya da siyasal aktörler onun söyledikleri arasındaki tutarsızlığı sergilemekle yetiniyor. Oysa kaba bir pragmatist olan Erdoğan’ın politikalarına ve söylemlerine ilkeler değil anın çıkarları yön veriyor. Tutarsızlık onun siyasetinin temel hareket noktasını oluşturuyor. Basının baskı altına alındığı süreçte neredeyse tek haberleşme ve bilgi kaynağı olan sosyal medya bu alan işlevinin dışına çıkarılarak bir eylem zemini gibi kullanılıyor. Yapılması gereken sosyal medyayı bir eylem zemini gibi kullanmak değil eylemlerin haberleştiği zemine çevirmek olmalıdır. Bunun başarılabilmesi seyirci ve teşhirci konumundaki birey ve yapının doğrudan eylemci konuma geçerek özneleşmesidir. Özneleşme ancak örgütlenme ile mümkün olacaktır.
Hemen herkes siyasal baskı ve ekonomik krizin toplumsal öfke birikimi yarattığının farkında bir duruş sergiliyor. Diyarbakır’da sokakların sessizliğini “ölü taklidi yapıyoruz” diyerek açıklayan Amedli gencin söylemi birikmekte olanı izah eden türeden bir açıklamadır. Türkiye yakasında sıkıntı öfkeye isim koyacak bir gücün ortaya çıkmamasındadır. Ne yazık ki burada da bir izleyicilik durumu kendisini yeniden üretiyor. Sol hareketler büyük oranda birleşik mücadeleyi savunsa da, hemen her birlik çağrısı aslında çağrıyı yapanın çatısı ve doğruları altında tekleşmeyi dayatıyor.
Sahnelenen oyun toplumsal gerçekliğin kendisi ise siyasal yapılar ve bireyler izleyici konumlarını çekirdek çitleme alışkanlıklarını bir kenara bırakıp eyleme geçmelidir. Sarayın Kürt düşmanlığından ve savaş politikalarından beslendiği göz önüne alınarak Kürt halkıyla yan yan durabilecek öfke biriktiren işçi sınıfına adres olabilecek, tekil bireylerin ve siyasal yapıların özneleşebileceği bir siyasal güç birliği, süreci göğüsleyecek öznenin inşası için önemli bir hareket noktası olabilir. Bunun başarılması için sadece siyasal yapıların harekete geçmesi yeterli olmayacaktır. Beklenti halindeki bireyler de harekete geçmeli, siyasal yapılara baskı yapmalı, hareket halinde olanlar desteklenerek arayış somuta çıkarılmalı, seyirci kalma lüksünün olmadığı görülmelidir. Anlatılanı geçtik, sahnelenen ezilenlerin hayatıdır.