Müesses nizama karşı çıkma ve eylemli kalkışma gerekçeleri ile her dönemde toplu tutuklamaların, yargılamaların, poliste ve cezaevlerinde işkencelerin yapıldığı ve masum bir sokak gösterisinde bile ölümlerin gerçekleştiği Türkiye, sınıflar mücadelesinin en keskin biçimlere büründüğü bir ülkedir. Toplumsal muhalefeti bastırma, yıldırma ve biat etmeye zorlama süreçlerinde onlarca idam, yüzlerce yargısız infaz ve uzun hapislik gibi olgular Türkiye tarihinin siyasal gerçekleridir. Bu nedenle Türkiyeli devrimcilerin hayatında cezaevlerinin çok önemli bir yeri var: Devrimci, demokrat, sosyalist, komünist ve yurtsever olup da hayatının bir evresini cezaevinde geçirmemiş kimse yok gibidir. Ayrıca cezaevine girmeseler bile düzene muhalif insanların, polis ve savcılık soruşturmaları, gözlem altında tutulmaları ve mahkeme kapılarında sürünmeleri, günlük hayatlarının bir parçası haline gelmiştir.
Devletin ideolojik ve siyasal yaptırımlarının somut olarak yansıdığı yer olan cezaevlerindeki mücadele, her dönemde önem kazanıyor. 12 Eylül’den sonra askeri darbe hukukunu devam ettiren iktidarların ideolojik ve siyasal yaptırımlarını protesto etmek için kendini yakma eylemlerinden tek tip elbise direnişlerine, açlık grevleri ve ölüm oruçlarından cezaevi baskınlarına, hak gasplarından adil yargılama taleplerine kadar birçok direnişte yüzlerce devrimci yaşamını yitiriyor. İHD’nin kuruluşu, Cumartesi Anneleri, Barış Anneleri ve Hasta Hükümlüler için hak arama direnişleri, bu süreçlerde ortaya çıkmış ve halkın vicdanında yer ederek toplumsal bir duyarlılık kazanmıştır.
Siyasal ve toplumsal mücadelenin keskinleştiği dönemlerde her devrimci, polis, mahkeme ve cezaevi deneyimiyle yüz yüze geliyor. Bu süreçlerde devrimci inançlarını ve direncini denemek zorunda kalıyor ve bu deneyimlerin ne kadar önemli olduğunu bizzat yaşayarak öğreniyor. Dolayısıyla tüm devrimci ve demokratlar için cezaevleri bir okul niteliğine dönüşüyor: Devrimciler esas olarak cezaevlerinde okuyor, yazıyor ve ideolojik eğitimlerini tamamlıyor. Kişisel ve düşünsel yol ayrımlarını bu süreçlerde yaşıyor. Siyasal ve örgütsel faaliyetin sürekliliğinin bilincinde olanlar hem kendileriyle ve hem siyasal ve örgütsel yönelimleriyle cezaevlerinde hesaplaşıyor.
Gelinen aşamada artık cezaevlerinde ölmek de var: Ceza İnfaz Yasası’nda 2013’de yapılan bir düzenleme ile “Maruz kaldığı ağır bir hastalık veya sakatlık nedeniyle ceza infaz kurumu koşullarında hayatını yalnız idame ettiremeyen ve toplum güvenliği bakımından tehlike oluşturmayacağı değerlendirilen mahkûmun cezasının infazı, hasta iyileşinceye kadar geri bırakılabilir” hükmü getirilmişti. Bu düzenlemeye göre, Adli Tıp Kurumu’nun (ATK) “tek başına yaşamını devam ettiremez” raporu, kronik hastalığı olan hükümlünün tahliye olması için yeterli oluyordu. Ancak infaz yasasında yapılan düzenleme ile ATK’nin raporuna rağmen hastanın tahliyesi için savcılığın kararı gerekiyor: Savcılık “toplum için zararlı olup olmadığına” bakarak karar veriyor. Böylelikle tahliyeler siyasi iradenin keyfine bırakılmış durumda. 7 yıldan beri bu uygulama sürdüğü için siyasal tutuklu ve hükümlüler dramatik bir şekilde cezaevlerinde ölüyor.
Mayıs 2020 tarihli İHD raporuna göre ATK’nin “Cezaevinde kalamaz” raporu verdiği 458’i ağır bin 334 hasta savcılıkların olumsuz tutum bildirmelerinden dolayı salıverilmiyor. Tedavilerinden ve can güvenliklerinden devletin sorumlu olmasına ve salıverildiklerinde tedavilerinin mümkün olmasına rağmen iktidar hasta hükümlüleri ölüme terk ediyor. Kronik ve ölümcül hastalıkların ve yaşanan korona salgınının hasta hükümlüler için doğrudan risk oluşturması, cezaevlerindeki ölümlerin sayısını giderek artırıyor.
Düşman hukuku uygulayarak “benden olmayan ölsün” mantığıyla tüm askeri darbe dönemlerinin baskıcı standartlarını geride bırakarak gaddarlıkta sınır tanımayan AKP-MHP iktidarı, artık poliste ve sokakta “orantılı güç” kullanıldığı iddialarıyla işkenceyi de savunuyor. Cezaevlerindeki ölümcül hastaların aileleriyle vedalaşması bile yaptırılmıyor, cenazeler ailelere verilmiyor ve polis gözetiminde defnediyor. Yaşanan dramatik ölümlere rağmen HDP dışındaki muhalefet partileri, bırakalım siyasal tepki vermeyi, insani ve vicdani bir duyarlılık bile göstermiyor. Bu nedenle her ölüm Ahmed Arif’in “Ölüm adın kalleş olsun” deyişini hatırlatıyor.