Cezaevi direnişleri her daim Türkiye demokrasi mücadelesinin önemli bir cephesi olmuştur. Bu direniş sayesinde çok sayıda demokratik değer kazanılmıştır. Devlet ve iktidarlar cezaevlerini muhalifleri mutlak tecrit altında tutup, toplumsal mücadelelerle bağlarını kopartıp etkisiz kılma konseptini uyguladıkları yer olarak tasarlamıştır. Bu konsepte karşı devrimci tutsakların ve genel anlamda da muhaliflerin her zaman başta açlık grevleri olmak üzere çok değişik eylemlerle canları pahasına iradelerini ortaya koydukları bir direniş geleneği vardır. Bundan ötürü de cezaevleri iktidarlarla devrimciler arasında irade savaşının en yalın yaşandığı alanlar olmuştur. Türkiye’de özellikle 12 Eylül 1980 faşist darbesinden sonra devlet ve iktidarların yoğun baskı ve irade kırma saldırıları ve bu baskı karşısında devrimcilerin direnişi aralıksız sürerek günümüze kadar gelmiştir.
Cezaevlerinde çok yaygın biçimde süresiz dönüşümsüz açlık grevi direnişleri başladığında bu her zaman ülkedeki siyasi ve toplumsal ortamın çok ciddi anti demokratik uygulamalar altında olduğu anlamına gelmiştir. Örneğin 1980-1982 dönemindeki cezaevi direnişleri tam olarak böyle bir ortamın var olduğunu haykıran eylemler olmuştur. Yine 19 Aralık 2000 yılındaki direniş de çok köklü saldırı ve anti demokratik uygulamaların kapıda olduğunun uyarısı içeriyordu.
Demokrasi mücadelesi açısından baktığımızda zindan direnişleri özellikle duyarlı kamuoyuna çok önemli bir kaç hususta seslenmeyi ifade eder; Türk devlet sisteminin hiç bir hak ve hukuk tanımadığını, keyfi uygulamalara dayanan faşistleşmeyi sistem haline getirmek istediğini; Bu sistemin toplumun bir kesimini korkuyla sindirdiğini; Devletin Kürtlere ve demokrasi güçlerine, inançlara ve farklı etnik kimliklere karşı sistematik ve yoğun saldırılar içinde olduğunu; Devletin ekonomik ve siyasi kriz içinde olduğunu; iktidarın dış güçlere fazla bağımlı hale geldiği için iç dinamikleri dış siyasetine kurban ettiğini bunun için de halka, emekçilere, duyarlı kesimlere, şiddet, tutuklama ve psikolojik savaşla yönelerek baskı kurduğunu; Tüm bu sorunlara karşı toplumun önemli bir kesiminde demokratik direniş mücadelesi alanında dirayet ve cesaret sorunları yaşandığını ifade etmektedir. Dolayısıyla cezaevi direnişleri demokrasi mücadelesinin olmazsa olmaz olduğu bir dönemde dışarıdakilerin demokrasi mücadelesini yeterince vermediğini de göstermektedir. Bunun için hepimizin bilmesi gereken tek şey, açlık grevi direnişlerinin dışarıda olan bizlerin vicdanlarına seslenen bir eylem tarzı olduğudur.
Leyla Güven, 80’li günlere dayanmış açlık grevi direniş eylemindedir. Leyla bu eylemiyle Türkiye’de demokrasi ve barış mücadelesinin öncülüğünü yapar duruma gelmiştir. Gerçek bu olduğu içindir ki 250’ye yakın tutsak ve Başur, Rojava, Bakur ve Avrupa’da bu eyleme katılımlar olmuştur. Bir kişinin başlattığı ve her gün yeni katılımlarla giderek yaygınlaşan bir eylem olmasının temel nedeni Türkiye ortamında mutlaka verilmesi gereken demokrasi mücadelesinin yaratığı boşlukları doldurmasıdır.
Bilindiği gibi cumhuriyet ile birlikte Türkiye’nin en temel sorunu Kürt halkının inkar ve imhasından kaynaklanan sorunudur. Kürt sorununu demokratik barışçıl yöntemlerle çözmemiş bir Türkiye’nin hiç bir konuda gelişme sağlayamayacağı yeterince görülmüştür.
15 Şubat ulusalar arası komplosundan bu yana Türkiye’deki iktidarların Kürt sorununa yaklaşımı 20 yıldır İmralı Cezaevi’nde ağır tecrit altında tutulan Sayın Abdullah Öcalan’a yaklaşımlarıyla aynı olmuştur. Örneğin 2010-2013 Türkiye siyasi ortamı ile 2014-2019 Türkiye’si arasındaki fark belirttiğimiz bu gerçekliği çok yalın göstermektedir. Türkiye’nin 2010-2013 yılları arasında olumlu manada yaşadığı gelişmeyi AKP çevreleri bile inkar edememektedir. Ki bu dönemde Kürt sorununun kalıcı çözümü de değil sadece çözülebileceğine dair umutların olduğunu unutmayalım. Çözüm umudunun bile bu kadar olumlu gelişmelere yol açtığı Kürt sorununun demokratik çözümünün nelere yol açabileceğini tahmin etmek zor değildir. İşte bugün devam eden açlık grevi direnişi nihai olarak böyle bir Türkiye’nin önünü açma direnişleridir. Açlık grevi direnişçileri İmralı tecridinin böyle bir Türkiye’nin önünde engel ve tuzak olduğunu haykırmaktadır. Açlık grevcileri tüm Türklere, Kürtlere, Araplara diğer tüm halklara ve Alevilere, Müslümanlara, Hristiyanlara demokratik Türkiye’nin önüne konulmuş bu engel ve tuzağı görmelerini ve kaldırma mücadelesine katılma çağrısıdır.
Türkiye’de özellikle de 15 Temmuz darbe girişiminden sonra siyasi ortamın faşizan uygulamalarla daraltıldığı herkesin malumudur. Türkiye bu darbeden önce demokratik hak taleplerinin dillendirilebildiği bir ülkeydi. Demokrasi mücadelesi hak taleplerinin örgütlü dillendirilmesiyle başlar. Mevcut durumda böyle bir hakkı kullanmanın da suç sayıldığı bilinmektedir. Bu durum devletin yaşadığı sorunların derinleştiğini, ne yapacağını, nereye kime başvuracağını bilememesinden kaynaklanmaktadır. Bir rejim ya da siyasi iktidar, devlet sorununu halkın üstüne yığar ve halkı yaşadığı çıkmaza ortak etmek isterse, orada faşizm kuruluyor demektir. Türkiye halkları ve emekçileri bunu hak etmiyor. Açlık grevi direnişi halklarımızın hak etmediği böyle faşist bir sistemin sessiz ve yeterince demokratik mücadele verilmezse ülke geleceğini karanlık içinde yok edeceğine dikkat çekmektedir.
Antidemokratik bir Türkiye’de Kürtler, Aleviler, demokratik değerlere sahip Müslümanlar, Hristiyan halklar, kadınlar ve tüm emekçiler manevi ve maddi değerlerinden çok şey kaybedecektir. Türkiye’nin hak ihlalleri karnesi hakkında hemen her gün yayınlanan istatistikler bu gerçekliği yeterince izah etmektedir. Böyle bir Türkiye, Anadolu ve Mezopotamya’nın kadim halklarına ve insanlık geleneğine terstir diyorsak o zaman yapmamız gereken şey, kritik aşamadaki direnişe katılarak direnişçilerin taleplerini kabullendirmeyi sağlamaktır. Unutmayalım ki cezaevi direnişlerine karşı tutum bir insanın vicdan ve ahlakiliğinin temel ölçüsüdür.
İnsanlık değerleri ve demokrasi mücadelesi için gün bu gündür.