Emre Caka/ İstanbul
Son günlerde sıkça tartışılan Suriyeli mülteciler gündemini gazeteci-yazar Ercüment Akdeniz ile konuştuk. Akdeniz, Suriyeli mültecilerin geri gönderilmesinin gerçekçi bir çözüm olmadığını belirtirken, ekonomik krizin faturasının yerli yurttaşlarla birlikte Suriyeli emekçilere de kesildiğini ifade etti. Ekonomik krizin yüküne karşı yerli/mülteci ayrımı yapmadan tüm işçilerin bir araya gelmesi gerektiğini vurgulayan Akdeniz, “Suriye’de farklı cephelerde çatışmış insanlar burada, gurbette aynı tezgâhta çalışıyor, bu sınıfsal dönüşümü görmek gerek” ifadelerini kullandı.
Suriye ile başlayalım isterseniz? Çünkü göçmen ve mülteci deyince şu an ilk akla gelen Suriyeliler ve son dönemde de ırkçı söylemler, manipülasyonlar oldukça yükseldi. Nasıl bakmalıyız bu meseleye ve Türkiye’de nasıl bakılıyor şu an?
Bir kere şöyle bir yanı var: Türkiye başlarda açık kapı politikası uyguladı. 2011 yılının Nisan ayında Cilvegözü Sınır Kapısı’ndan 252 kişi girdi. İlk kafile oydu. Dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, “Yüzbin kişilik psikolojik eşiğimiz var. Yüzbin kişiye kadar alırız, sonrasını alamayız” diye bir açıklama yapmıştı. Orada beklenen; o süre zarfında Esad devrilir yeni bir rejime geçilir şeklindeydi. Gelenler de geriye giderdi! Ama hesap, stratejik derinlik denen şey tutmadı. İç savaş sürekli bir biçimde devam etti. Şimdi 8. yılında. Mülteci statüsü bir türlü kabul edilmedi, çünkü hükümet yeni Osmanlıcılık hayallerinden vazgeçmedi. Bir süre sonra kurulan kamplar yeterli olmadı ve şehirlerin kapıları tamamen açıldı. Ve insanlar buralara dağıldı. Hükümet cenahından sürekli biçimde “Din kardeşiyiz”, “Ümmet kardeşiyiz” şeklinde İslami söylemlerle öfkenin önü alınmaya çalışıldı. Belirli ölçülerde başarılı da oldular. Bugüne kadar büyük katliam ve kırımlar yaşanmadıysa bu söylemlerin frenleyici rolü etkili oldu.
AKP, politikasını pro-aktif dış siyaset üzerine kurduğu için ülke içinde mülteci sorununda hesapsız plansız hareket etti. Bu durum ülkede içten içe bir kaynamaya yol açtı. Aslında sosyolojik olarak entegrasyona/karşılıklı uyuma hazırlanmamış bir kitle büyük kentlerin içine dağıldığı zaman ve buna kitlelerin ekonomik sorunları, büyük yoksullaşma problemleri eklendiği zaman üstüne bir de medya ile siyasi partilerinden gelen propagandalara baktığımız zaman ırkçı ortama yol açılmış oldu.
İki büyük kırılma oldu
Biz Türkiye ve mülteciler konusunda iki tane büyük kırılma gördük; bir tanesi 2013-14 yılında Maraş, Antep, Kilis, İzmir, İstanbul’a kadar uzanan bir fay hattında Arapça tabelası olan dükkanlar taşlandı. Tabelalar indirildi, linç olayları oldu. Buralarda Suriyelileri başka yerlere göndererek, gaz alıp olayları durdurdular. İkinci büyük kırılma ise Erdoğan’ın, “Artık vatandaşlık vereceğiz” söylemi ile oluştu. Bu projeyi de erteleyerek durdurdular kaldı ki zaten yapamazlardı. Şimdi ise geri göndereceğiz söylemi çıktı. Önce İçişleri Bakanlığı ardından İstanbul Valiliği tarafından. Bu da 3. bir dalgaya işaret gibi geliyor. Şu ana kadar yapılan açıklamalar özenli değil, hassasiyeti koruyan açıklamalar değil. Panik halinde, hükümetin oy kaybıyla kitlesini tutma çabası gibi oldu. Bu açıklamalar provokasyonlara kapı açabilecek cinsten.
Hem sosyal medyada hem mahalle aralarında Suriyelilere karşı kurulan en büyük argüman, ‘Kendi ülkeleri için savaşmadılar burada yaşıyorlar. Kendi ülkesini savunmamış insan…’ tezini duyuyoruz buna ne demek gerekir. Ya da bunun gerçek bir tarafı var mı?
Benim sahada yaptığım yüzlerce Suriyeli röportajlarda, “2011 yılında Arap Baharı olduğu zaman biz de demokratik eylemler ile çıktık sokaklara ancak bu bir süre sonra başka bir duruma dönüştü. Bizim beklemediğimiz bir durum oldu. Çok sayıda fraksiyon türedi, fazlasıyla yurt dışında savaşçı ülkeye giriş yaptı. Böyle bir savaşta kimin kime kurşun sıktığı belli değil. Yani karşınızdaki ‘düşman’ kim bilmiyorsunuz” diyor insanlar. Bunu yok sayamazsınız. Hangi düşman? 20 tane Suriyeli fraksiyon var. Kardeşler farklı hareketlerin içinde nasıl birbirlerine kurşun sıkacaklar? Türkiye halklarının önce bunu iyi anlaması gerekiyor. İkincisi ise bir biçimde savaş başlamış ve o sırada asker olarak yani orduda asker olan bir Suriyeli ile konuştum. 2 yılın ardından dört yıla çıktı askerlik, sonunda kaçtım, bu işin sonu yok diyor. Ayrıca birçok ailede yetişkin olarak bir ya da iki kişi kalmış. Bu ailelerin babaları yok, amcaları yok. Ailede bir kişi, bir yetişkin olası bir durumda aileyi çıkartabilmek adına evde kalır bu her savaşta böyledir ve bugün itibari ile Suriyeliler cephesinde de durum böyle.
Hepsi bir yana uluslararası hukukta da bu böyle geçer, “Savaştan kaçmış hiçbir yetişkin veya çocuk fark etmez; insanları savaş bölgesine gönderemezsiniz, kimse savaşmak zorunda değil! Bu zorlama suçtur, nefret suçudur.” Bu suçu medyadan da önce bazı siyasi partiler işliyor. Bunun amiral gemisi de İyi Parti gibi geliyor. Buna bazen CHP’li belediyeler de dahil oluyor. Misal sahillerin kapatılması gibi durumlarla karşı karşıya geldik. CHP’nin de önergelerine, mülteci raporlarına, açıklamalarına bakıyorsunuz farklılıklar barındırıyor içerisinde.
Aynı dikiş makinasında iki farklı cephe
Size sahadan bir hikayemi anlatayım. Çağlayan tarafından bir haber geldi. Bir tekstil atölyesinde işçiler uzun zamandır maaşlarını alamıyorlarmış. Sabah işyerlerine gittiklerinde ise patronun dikiş makinalarını götürdüğünü, dükkanda sadece 10 tane dikiş makinasının kaldığını, işçilerin kendi aralarında anlaşarak makinaları satmaya karar verdiklerini duyduk. Atladık gittik bir avukatımızla birlikte atölyeye. Bize haber kaynağından gelene kadar patrona da gitmiş tabi. Kapıda polisler işçilerin makinaları içerden çıkarmalarını engelliyor. İşçilerde maaşlarını alamadıklarını, en azından bunları satarak bir kısmını da olsa koparmaya çalıştıklarını anlatıyor. Avukatın da devreye girmesiyle sorun çözüldü ama atölye şöyle bir atölye; 25-30 kişi çalışıyor bunların yarısı Suriyeli, diğer yarısı Türk ve Kürt işçiler. Ben sonra bunların peşine takıldım, nerede yaşıyorlar, göç hikayeleri nedir diye. Görüşme ayarladık evlerine ziyarette bulundum. Oradaki işçilerden bir tanesi eskiden cihatçı saflarda savaşmış. Orada uzun sürede bulunmuş. Aynı tezgahta yine uzun süredir aynı dikiş makinası kullanan, patrona karşı dikiş makinalarını satıp paraları alma konusunda ortak hareket eden işçilerden biri de IŞİD’e karşı YPG saflarında çatışmış ve bacağından yaralanmış Suriyeli bir işçiydi. Düşünebiliyor musun cephede düşman iki taraf, bir dikiş makinasında, bir tezgahta ortaklaşabiliyor. Patronuna karşı ortak mücadele edebiliyor.
‘Bütün emekçiler birleşmeli’
Suriyeliler giderse, ekonomik kriz düzelir mi, işsizlik sona erer mi? Ülkenin sorunu Suriyeliler mi?
Kesinlikle değil. Türkiye’de ekonomik krizin nedeni mülteciler değil, işsizliğin nedeni mülteciler değil. Hemen bir veri verelim hatta Türkiye Tekstil İhracatçılar Birliği Başkanı açıklama yaptı 2014 yılında. Dedi ki, “Marmara bölgesini ekonomik krizden koruyan 2 milyon Suriyeli oldu” dedi. Eğer Suriyelilerin olmaması durumunda ise Bangladeş’ten 500 bin işçi sipariş ettiklerini hatırlattı. Neden Bangladeş? Çünkü ucuz işçilik devreye giriyor. 4 milyon civarı Suriyeli olduğu söyleniyor. Ve bunların bir milyon dört yüz bini işçi, bunu resmi sözcüleri açıkladı. Bunların çoğunluğu da çocuk işçi ve sigortası yok. Bunu yerli işçiye yapamıyorsun. Ekonomik sorunun nedeni kim Suriyeliler, mülteciler diyorsa, yalan söylüyor. Mülteciler giderse, durumu son derece kötü olan insanların durumu daha mı iyi olacak? Hayır olmayacak. Çünkü merdiven altında, atölyelerde düşük ücretle, sigortasız çalıştırılan Suriyeliler yerine Türkiye vatandaşları yerleştirilecek. Yani emekçileri en dip haklarda yarıştıranlar, kendiliğinden altın tepsi ile bu hakları vermezler. Bu kadar durumun vahim olması daha mülteciler gelmeden önce sendikaların, meslek örgütlerinin dağıtılmış olmasıydı. Dolasıyla yerli, yabancı, mülteci ayrımı yapmadan el ele ortak sınıf mücadelesinde birleşilmelidir. Özetle ekonomik kriz her ne olursa olsun Suriyeliler gitti diye düzelmeyecek krizin yükü, Türk’e, Kürt’e, Suriyeli mülteciye, Bangladeşli işçiye bindirilecek.