Bugün 24 Şubat. Özgür Basın Geleneği’nin ilk şehidi Cengiz Altun’un ölümsüzler kervanına katılışının yıldönümü. O’nu en yakından tanımış olan insanlardan Hüseyin Aykol’un Aram Yayınları’ndan yakında çıkması beklenilen kitabından alıntıladığımız bir bölümle anıyor, O’nun nezdinde tüm şehitlerimiz önünde saygıyla eğiliyoruz:
“Biz gazetelerimizi İstanbul’da başlattığımızda, oturup merkezi bir kararla Diyarbakır bürosu açma kararı almadık. Diyarbakır’dan birileri bize başvurdu ve biz de Diyarbakır’da büro açmamız gerektiğine ikna olduk. Galiba ilki, daha Halk Gerçeği döneminin başlarında gerçekleşti. Ve yine yanlış hatırlamıyorsam, bu konuda ilk başvuran Kenan Azizoğlu olmuştu. Sonra diğerleri, hepsi…
Halk Gerçeği’nin sonlarına doğru Günay Aslan çalışmalarımıza katıldı. Onun vasıtasıyla ya da kendiliğinden Faysal Dağlı bir şekilde işin ucunda tutmaya başladı. Diyarbakır bürosunda çalışacakları derleyip, toparlayan Faysal oldu. Bir büro tutuldu. Zamanla bir faks makinemiz bile oldu. Ama daha öncesinde haberlerini yazan muhabirlerimiz, İstanbul’daki merkezimize haberini gönderebilmek için nazının geçebileceği kimi tanıdık yerler aramaya başlardı; faks makinesi olan.
İlk başladığımızda haberler ya kısaca telefon edilip anlatılıyor ve biz İstanbul’da bunları kaleme alıyorduk ya da mektupla gönderiliyordu. Gülmeyin, gerçekten öyle! Halk Gerçeği ve Yeni Ülke haftalıktı. Mektupla gelen ‘haber’ bir şekilde kâğıda dökülüyordu. Olayın geçtiği mekân için zaten sorun yoktu ama zaman unsuru bir şekilde ‘hallediliyordu’. Halk Gerçeği’nde zaten halkın asıl merak ettiği sıcak gelişmeler, masal formatında verilmeye başlanmıştı.
Haberlerimiz faks üzerinden gelmeye başladığında, adeta bir devrim yaşamış gibi olduk. Hani anında haber, merkezimize ulaşıyor; biz de onu bilgisayar ortamında yazıyor ve aydınger kâğıtlara ya da daha sonraki haliyle filmlere çekilecek hale getiriyorduk. Yeni Ülke’nin iç ve dış baskısı 50 binden fazla satmaya başlamıştı; ancak ihtiyacı karşılamıyordu. Yani gelişmeler o kadar çok ve yakıcıydı ki, haftalık bir gazete yetmiyordu. Günlük bir gazete çıkarmaya karar verdik. Günlük gazetede ajanslara da abone olunca, bu kez telekslerimiz çalışacaktı.
O zamana kadar, ben Diyarbakır’a ya da başka bölge bürolarına gitmemiştim. Oradaki sorumlu arkadaşlar zaman zaman İstanbul’a geliyor ve toplantılarımızı genelde merkezimizde yapıyorduk. Benim bölge bürolarına pek gitmiyor olmamın bir başka sebebi de oradaki örgütlenmemizin güçlü olmasındandı galiba. Ancak günlük çalışması başlayınca, ben büroları gezmeye karar verdim. İlk gideceğim yer, elbette Diyarbakır bürosu olacaktı.
Diyarbakır Havaalanı’na indim. Beni sima olarak tanıyan, İstanbul’a gelip gitmiş arkadaşlardan biri olan Mehmet Şenol karşıladı. O’nun bir şekilde ayarladığı bir arkadaşının arabasına binip Diyarbakır büromuza gittik. Yirmiye yakın gazeteci arkadaşımız bir masanın etrafında toplantı düzeninde oturuyorlardı. Beni görünce hepsi birden ayağa kalktılar. Herkesle ayrı ayrı tokalaşıp hal-hatır sorduktan sonra, toplantı düzenine geçtik.
“Ben, burada misafir sayılırım, siz kendi mevcut hiyerarşik düzeninizde toplantıyı yapın, toplantıyı ben yönetmeyeceğim” dedim. Toplantı, Faysal’ın yönetiminde yapıldı. Ben de toplantı sonrasında söz alıp, eleştirileri cevapladım ve günlük gazete konusunda gelişmeleri aktarıp, onlardan beklentilerimizi anlattım. Sabahtan, akşama kadar süren verimli bir toplantıydı.
Gerçi hepsini haberlerinden tanıyordum; ama çoğunu ilk kez böylesine yüz yüze görüyordum. Ama o günkü toplantıya, katılan herkese hemen kanım ısınmıştı; bir-ikisi olumsuz koşullarımızdan yakınsa da çok canlı, istekli ve özverili insanlardı. İlk izlenimde en sevdiğim kişilerin arasında -kısa süreler sonrasında şehit düşen- Cengiz Altun, Hafız Akdemir, Yahya Orhan, Kemal Kılıç ve Mehmet Şenol’un olması herhalde bir tesadüf olmasa gerek…”