Corona virüs salgını iyice kontrolden çıktı. Gün geçmiyor ki tanıdığımız birilerinin testlerinin pozitif çıktığı haberini almayalım. İnsanların dilinde ortak bir tespit tekrarlanıp duruyor, ‘çember iyice daraldı’ diye.
Eş- dost, konu- komşu, taraf- etraf sürekli uyarıyorlar, ‘aman dikkat edin, size de gelebilir’ diyerek. Gelir de bizi evde bulamaz, ayıp olur düşüncesiyle kaç gündür sokağa çıkamıyoruz. Ne de olsa gelenekçi bir terbiye anlayışımız var. Virüs gelecek olsa kapıyı duvar bulmasın, ayıp olur. Gerçi o ne kapı tanıyor, ne de duvar. Girecek bir yer buluyor kendisine. Nitekim arkadaş çevremde yaşanan ölümlü vakalar, genellikle evinden dışarı çıkmayan insanları buldu.
Bu köşeyi sürekli okuyanlar bilir, öyle olur- olmaz her safsataya kulak asanlardan değiliz. Şu illet ortaya çıktığından beri hayatın her alanına ve anına dair komplo teorileri üretenler için bulunmaz bir fırsat alanı oluştu. ABD’nin Çin sanayisine ve ticaretine sabotajından küresel nüfus planlamasına kadar her biri kendi meşrebince müthiş hikâyeler yazdılar. Bunlardan bir kısmı ise yaygın kanaat haline dönüştü. Hekimler salgının daha ilk günlerinden yaşlıların, kronik rahatsızlıkları olanların bu virüse karşı daha kırılgan olduğunu, vücut dirençlerinin daha az olduğu için hastalığa yakalanma ihtimallerinin daha yüksek olacağı yönünde açıklamalar yaptılar. Yetkililer bu açıklamalar doğrultusunda 65 yaş üstünde olanlar için daha sıkı kısıtlamalara gittiler. Tüm bu tedbirler kısa bir süre sonra sanki hastalığın müsebbibi yaşlılarmış gibi bir algının şekillenmesine yol açtı. Sokağa çıkan yaşlılar kolayca nefret unsuru haline getirildi. Belediye otobüsünden yaka paça indirmekten, sokakta zorla maske takıp tepesinden aşağıya kolonya boca etmeye kadar birçok zontalığa tanık olduk. Çoluk çocuğun, torun torbanın ana babalarına, nine ve dedelerine ayar çekmesini, onları cahil- cühela yerine koyup tedbirler ve kısıtlamalar dayatmalarını yaşadık.
Bu anılanlar sıradan insanların sıradan ve olası tepkileri olarak tanımlanabilir. Ancak konumundan ötürü, beyin kapasitesi ne denli sıradan olursa olsun, sözünün etkisi büyük olanların zırva ve mavalları daha çok konuşuluyor. Örneğin ABD başkanı Donald Trump, daha ilk günden başlayarak gerçeği adıyla anmaktan kaçındı. Bilim insanlarının ‘Corona’ veya ‘Covid-19’ isimleriyle tanımladıkları bu yeni illeti ısrarla ‘Çin virüsü’ olarak adlandırdı. Haleflerinden George Bush’un “Irak’ta kitle imha silahları var” yalanını revize ederek “Virüs Çin’de bir laboratuvarda üretildi” yalanını ısrarla sürdürdü. Dahası, Çin’e karşı ekonomik kısıtlamalarla yetinmeyip, neredeyse fiili bir savaş ilan edeceğini ima etmeye kadar vardırdı işi.
Trump’ın bu siyaseti Türkiye’de de bir heyecan dalgası oluşturdu. Kimi çevreler bu gerilimi fırsata dönüştürüp dünya pazarında Çin’den boşalacak yeri doldurma hevesini dillendirmeye giriştiler. Tabii bunu yaparken Çin sanayiinin altyapısını, endüstriyel bilgi ve deneyim birikimini, kalifiye işgücünün kapasitesini akıllarına bile getirmeden, tam da ‘üç koy beş al’ mantığıyla derin analizlere giriştiler.
Trump’ın son incisi ise hekimlerin bu süreçte daha çok para kazandıkları için meseleyi suni olarak büyüttükleri yolunda bir açıklama oldu. Türkiye’de çalışan hekimlerin kulakları çınlasın. Onlar pandemi sürecinde her gün meslektaşlarını kaybederken, üstelik bu ölümler meslek kazası olarak tanınmazken elin doktorları daha çok para kazanmaktaymış.
Satranç oyununda dört- beş hamle sonrasını öngörmeden yapılan her hareket ağır bedellere yol açar. Biz o kadar teferruatlı düşünmeye alışık olmadığımız için, anlık fırsatları değerlendirmeye girişir, sonuçta Dimyat’a pirince giderken çoğu kez evdeki bulgurdan oluruz.
Pandemi sürecini yönetemediğimiz artık somut bir gerçek. Eğer bir işe yarayacaksa bu konudaki tek teselli salgını yönetememek konusunda yalnız olmadığımızdır. Halk sağlığı ve ülke ekonomisi denkleminde ekonomiyi önceleyen her ülke benzer sorunlar yaşıyor.
Olabilir, buna da razı gelinebilir ama ne yapalım ki çember gerçekten de çok daralıyor.