Cemal Kaşıkçı bundan on gün önce, Türk vatandaşı nişanlısıyla evlenebilmesini sağlayacak bir belge almak için Suudi Arabistan’ın İstanbul Başkonsolosluğu’na gitti ve binadan bir daha çıkmadı. Olayın ardından konsolosluk, Kaşıkçı’nın kısa bir işlemin ardından konsolosluktan ayrıldığını açıklarken, Türk yetkililer, Kaşıkçı’nın, Suudi Arabistan’dan özel uçakla gelen 15 kişilik bir ekip tarafından öldürüldüğüne inandıklarını söyledi. İktidar medyası bu 15 kişinin görüntülerini, isimlerini, rütbelerini tek tek açıkladı.
Yasin Aktay ve Turan Kışlakçı başta olmak üzere iktidarın kalemleri de köşelerinde Suudi Arabistan yönetimine ateş püskürmeye başladı. Kışlakçı, Kaşıkçı’nın cesedinin parçalara ayrılarak bavullarla dışarı çıkarıldığına inandığını söyledi. Kaşıkçı bir gazeteci. Aslında öyle çok muhalif bir isim de değil. Yıllarca Suud ailesine yakın olarak çalışmış, ülkesinde önemli gazete ve televizyonlarda yöneticilik yapmış bir isim. Ancak veliaht Muhammed bin Selman’ın ülkede gücü ele geçirmesiyle birlikte, yaptığı kısık sesli eleştiriler bile hedef haline gelmesine yetmiş.
Bunun üzerine ailesini de ülkede bırakarak ABD’ye iltica etmiş. Burada eleştirel düşüncelerini dillendirmeye devam etmiş ve The Washington Post gazetesinde yazmaya başlamış. Eleştirel düşünceleri de, aslında radikal bir yerden değil. Suud ailesinin egemenliğine halel gelmeden bir dizi reformlar öneriyor. Selman’ın gücü ele geçirmesinden sonra oluşturduğu baskı ortamına, birçok İslamcı aydının tutuklanmasına karşı çıkıyor. Yemen’e karşı yürütülen savaşın ülkenin çıkarına olmadığını söylüyor.
Dışarıda ise Türkiye’ye yakın düşünceleri var. Suriye’de, Fetih Ordusu’nun kuruluşu esnasında çok heyecanlandığı ve bu operasyonu medya alanında parlatma görevini üstlendiği biliniyor. Bunun yanında AKP’li isimlerle de yakın bağları var. Konsolosluğa girerken nişanlısına “içeriden çıkmazsam bunları ara” dediği iki isim Yasin Aktay ve Turan Kışlakçı. Kaşıkçı’nın akıbeti tam olarak belli değil, ancak yandaş medyanın bu olaya yönelik tavrı tam da kendi karakterine uygun.
Olayın hemen ertesinde Yeni Şafak yazarları, öfkeli bir şekilde Suudi Arabistan’ı suçluyor, İbrahim Karagül bu ülkeyi IŞİD’e benzetirken, Yusuf Kaplan, S. Arabistan’ın İslam dünyasındaki tehlikeli rolünden, tarihteki suçlarından, tıpkı Osmanlı’yı satmaları gibi bugün de Türkiye’yi köşeye sıkıştırmaya çalışmalarından söz ediyor. Yasin Aktay, şu anki yönetimden her şeyin beklenebileceğinin altını çizerken, emanetlerine sahip çıkamadıklarından yakınıyor: “S. Arabistan’ın bugünkü yönetiminin kendi muhaliflerini susturma tarzı ciddi bir küresel sorun haline gelmiş durumda.
Konu artık bir ülkenin iç sorunu olmaktan çıkmıştır” (Yeni Şafak, 8 Ekim). Ancak çok değil, iki gün sonra, sanırım yüksek mevkiden dostları, Türkiye ile S. Arabistan ilişkileri konusunda Aktay’ı uyarıyor ki, şöyle yazıyor: “Türkiye ve S. Arabistan birbirine mecbur iki halk iki ülkedir. Kaderleri birbirine bağlıdır. Kaşıkçı’nın başına gelenleri sorgulayıp Suud makamlarından bunun açıklamasını beklemek asla S. Arabistan’a düşmanlık anlamına gelmez. Velev ki, bu olay basına yansıyan vahamette gerçekleşmiş olsa bile topyekun S. Arabistan’ı töhmet altında bırakan açıklamalardan kaçınıyoruz.” (Yeni Şafak, 10 Ekim). Aktay çubuğu bükerek, S. Arabistan yönetimini toptan suçlamak yerine, devlet içerisindeki bir derin devlet odağının varlığına işaret ediyor. Oysa, Kaşıkçı iki ay önce, The New Yorker’dan arkadaşı Robin Wright’a hayatından endişe ettiğini söylüyor.
Bu endişe kaynağının da, öyle derinde falan olmayan, ülkenin savunma bakanı Selman olduğu çok açık. Sanırım Aktay, ciddi bir diplomatik krizi önlemek için S. Arabistan yöneticilerine, kendi ülkesinde örneği çok bulunan bir mazeret sunmaya çalışıyor. Aktay, iki gün önceki yazısında Kaşıkçı’nın hedef haline gelmesine neden olan düşüncelerini şöyle özetlemişti: “İslâm dünyasında insan haklarının güçlendirilmesi, demokrasinin gelişmesi, ifade özgürlüğünün ve bütün özgürlüklerin temin edilmesi, insanlık onuruna hak ettiği önemin verilmesi, yolsuzluğun bitirilmesi ve devlet yönetiminde şeffaflığın sağlanması…
Bütün bu değerleri merkeze alarak yaptığı konuşmaların birilerine rahatsızlık vermesi aslında kaçınılmaz bir şey”. Bunları yazarken utanmasa da (utanmak ve rezil olmak bu ülkede çoktan beri geçerli değil çünkü), bunları kendi ülkesinde savunmasının başına ne gibi işler açacağının çok iyi farkında Aktay. Bir gazetecinin İstanbul’un orta yerine kaybolması, kaçırılması ya da vahşice öldürülmesinin, dışarıdan nasıl göründüğünü de dert etmiyor. Oysa ki, uluslararası basında çıkan yazıların bir kısmında, Kaşıkçı olayı ele alınırken Türkiye’de gazeteciliğin üzerindeki ablukadan da söz ediliyor. Belki de S. Arabistan yöneticilerini cesaretlendiren de budur. Sonuçta basın özgürlüğü endeksinde 169. sırada olan bir ülke, 157. sırada olan bir ülkenin en büyük kentinde, muhalif bir gazeteciyi kaybediyor.