15 Temmuz sonrası Ergenekon davasında suçlanmış ve cezaevinde yatmış iki subay ve bazı AKP’ye yakın akademisyenlerle bir televizyon programında bir araya gelmiştim. Konu askeri okulların kapatılması ve ordunun yeniden yapılandırılması gibi bir yere gelmişti. Herkes büyük bir heyecanla askeri okulları ve orduyu tartışırken mealen şöyle dediğimi hatırlıyorum: “15 Temmuz darbe girişimini bir cemaatin yaptığına o kadar emin görünüyorsunuz, öyleyse biz neden şimdi cemaatleri ve tarikatları değil de orduyu tartışıyoruz anlamıyorum”
Evet gerçekten de iktidar 15 Temmuz darbe girişimini FETÖ cemaatinin bir girişimi olarak lanse etse de, ne cemaatleri ve ne de tarikatları hiçbir zaman tartışmaya açmadı. Oysa cemaat ve tarikat adı verilen bu örgütlerin ticaret ve siyaset alanlarında giriştikleri işler düşünüldüğünde bunların hiçbir kaydının kuytunun olmaması bana hep tuhaf gelmiştir.
Ben bu tür dinsel örgütlenmelerin olmasından değil ama yaptıkları işler konusunda hiçbir kamusal bilginin olmamasından rahatsızlık duymamız gerektiğini düşünenlerdenim. Demokrasinin olduğu toplumlarda, herkesin düşündüğü ve inandığı konularda örgütlenme özgürlüğüne sahip olması gerektiğine inanırım. Ama çok büyük bağışlar alan, yüksek sermayeli işlere girişebilen her şeyden önemlisi devlet içinde devlet olma amacıyla örgütlülüğünü bürokrasi ve siyaset içine taşıyabilen yapıların, mutlaka ve mutlaka kamusal bir denetim ve gözetim altında olmaları gerektiğine de inanırım. Oysa Türkiye siyasetinde bu konu hemen hemen hiç yok gibidir ve sanki zaman 1925’de kabul edilen tekke ve zaviyelerin kapatılmasına ilişkin kanunun kabulünden sonra donmuş gibidir. Hani neredeyse hükümetler “Olmayan bir şeyin düzenlemesi mi olur” gibilerinden bir tutumla da bu türden dini ama aynı zamanda dünyevi örgütlenmeleri gözardı etmektedirler.
Mesela son günlerde giderek göze batan bazı tarikatlarla iktidar arasındaki ilişkiler açıklanmaya muhtaçtır. Hatta kimileri FETÖ’nün yerine şimdi Menzil Tarikatı’nın geçtiğini, bunların özellikle Sağlık Bakanlığı’nda örgütlendikleri dair iddialar ortaya atıyorlar. Öte yandan cemaat ve tarikatların medya sevdası ise takdire şayandır. Cemaat ve tarikatların sahip oldukları tv kanallarından bazılarını alt alta yazalım: TGRT (Işıkçılar Cemaati); Dost Tv ( Okuyucular Cemaati (Nurcu); Hilal Tv (Akabe Vakfı), Ensar Tv (Ensar Vakfı); Semerkand Tv (Menzil Tarikatı); Moral Tv (Nurcu), FM Tv (İskenderpaşa Cemaati).
Şimdi bu ülkede herkes bilir ki bir tv kanalına sahip olmak yalnızca bir tv kanalı için gerekli sermayeye sahip olmakla değil aynı zamanda hükümetlerle bir biçimde bağlantılı olmayı gerektirir. Bu gerçeklikten yukarıdaki listeye baktığımızda açıkçası hemen hemen tümü Sünni tarikatler olan bu tarikatların hükümetle hiçbir sıkıntı yaşamadan bu kanalları işletebildikleri anlaşılmaktadır.
Konuya geri dönersek diyebilirim ki bunca cemaat ve tarikatın belki başlangıçta bağışlarla ama daha sonraları giriştikleri ticaret faaliyetleriyle sağladıkları sermayelerle ciddi bir güç odaklanması yarattıkları ortadadır. Benzer faaliyetleri yapan şirketlerin kamusal denetimi kanunlar çerçevesinde yapılırken bu türden cemaat, tarikat ve de vakıfların mutlaka kamusal bir denetim içinde olmaları modern hayatın dayattığı bir zorunluluktur.
Türkiye’nin 3. büyük partisi, HDP’nin hemen hemen her gün İçişleri Bakanlığı’nın tasallutlarıyla mücadele ederken, bu kaydı kuydu olmayan, kimin, ne için ve nasıl örgütlendiği belirsiz örgütlere, neredeyse yokmuş gibi davranılması gerçekten de ibretlik bir vak’adır. O nedenle de diyebilirim ki burada sözünü ettiğim cemaat, tarikat, iktidar gibi konuların içinde yer aldığı laik-antilaik tartışması tüketilmiş bir tartışma değildir ve tüketilmek için de herkesin eteğindeki taşları dökmesi daha henüz gerçekleşmemiştir.