Büyük yazar Anton Çehov’un ölümünden 70 yıl sonra bulunan ve çevrilen üç öyküsünden biri de “Cüzdan” adlı kısa hikayesidir.
Smirnov, Popov ve Balabaikin adındaki üç kafadar tiyatro oyuncusu; bir sabah kentin demiryoluna koşut yolda yürürlerken, şişkince bir cüzdan bulurlar. Hemen açıp içine baktıklarında çok sevinirler çünkü içi hayatlarını değiştirecek kadar ruble doludur. Başlarlar hayal kurmaya! Ama aç karna da hayal kurulmaz ki! En genç olan Popov, bir şeyler almaya gider. Geride kalan iki arkadaş başlar Popov’u hem övmeye hem de ona sövmeye ve ikisi de aklında geçeni itiraf eder: “Parayı ikiye bölmek daha mantıklı”
Şöyle der biri “…Ona olan dostluğumuzu kanıtlamak için Moskava’daki gazetelere gösterişli ve dokunaklı bir sürü “ölüm duyuruları” veririz… Arkadaşlık da bunu gerektirir zaten…”
Popov başına geleceklerden habersiz gelir. Smirnov’la Balabaikin onu hemen yaşlı gözlerle kucaklayıp öpmeye başlar ve teşekkür ederler. Sonra da ona büyük, benzersiz bir sanatçı olduğu konusunda uzun uzun övgüler yağdırırlar. Ardından birdenbire üstüne çullanıp onu boğarlar. Bu olayın izlerini örtbas etmek için de Popov’un ölüsünü rayların üzerine atarlar… Paraları bölüştükten sonra oturup yiyecek paketlerini ve içkilerini açarlar. Daha midelerine indirdikleri ilk yudumun sonunda, ikisi de kıvrılıp cansız yere serilirler, çünkü Popov’un yolda gelirken içki şişesine koyduğu zehir çok etkiliymiş.
***
Okuyunca ‘alla alla çok tanıdık’ diye düşündüm.
Daha sonra trajik bir şekilde bu öykünün amatör bir versiyonunun TikTok videosuna denk geldiğimi hatırladım. Mantık aynıydı.
Arkadaşlık, yoksulluk, birbirine övgü dolu sözler, kıymet ve birden gelen bir para!
Bugünün her şeyi kafkaesk hale getiren, tepeden tırnağa değişim geçiren öz ve biçim faktörlerini edebi ya da teolojik katmanlarda ara ara düşünüyorum.
Aklımı kurcalayan bu durumun tam üzerine de denk gelince daha bir ilgimi çekti doğal olarak. “Çehov bugün yaşasaydı herhangi bir şansı olmazdı gibi. Öykülerini TikTok ya da Instagrama yükleyip canlandırsa belki tutardı (!)” düşüncesinde buldum kendimi.
Edebi eserlerin mekân ve zaman eksenli dönüşümleri muazzam bir mesele. Kısa süre önce Netflix’te gösterilen ve sonradan kaldırılan “Mesih” adlı dizinin de söylediği şeylerden, belki de sorduğu demeliyim, ‘Mesih bugün gelse nasıl biri olurdu, ne yapardı, neler yaşardı? Nereden ve ne şekilde takipçi toplardı?’
Dizinin verdiği cevaplardan biri Instagram hesabı açmak zorunda kalacağı, iletişimi bu ve benzeri mecralardan sağlamak zorunda kalacağıydı. Şüphesiz, 50 yıl sonra da geriye dönüp bakıldığında belki bu günleri anormal görüp, “Nasıl yani? Şöyle şeyler mi oluyordu” diyeceğiz. Bu kaçacağımız bir gerçeklik değil. Malum, zaman dayatır kendini.
Bu aralar gösterimde olan Don’Look Up adlı filminde ironisini yaptığı şeylerden biri, aktüel algı ve olguların nasıl bir hale geldiği, yıkımın nasıl doğallaştığı üzerinedir. Her şey ama her şey hızlıca tüketilip atılacak bir eşyaya dönüşmüş durumdadır. Duygular da öyle…
Böylesi bir çağın/aralığın içinde olmak bizi nasıl hissettirmeli?
Başarının, derinliğin, emeğin tuzla buzla olduğu, dahası küçümsenecek hale geldiği bu ortamda gerçekten ne yapacağız? Nasıl bir mücadele yolu bulacağız?
Bu bağlamda yine ‘Hellbound’ dizisi de, kendince verdiği cevaplar ve finalize edemediği anlatı açısından, son derece ilginçtir. Öleceği günün kişilere bildirildiği ve o bildirilen gün-saat içinde 3 garip yaratığın gelip canlarını aldığı bir senaryo!
Fakat tüm bunlar normal hayatın akışı içinde gerçekleşiyor.
Erdem, ahlak, günah, yaratılış, cennet ve cehennemin ilginç bir performansa döndüğü, gösteri toplumunun tatmin ve iflah olmaz duygularına neyin ne kadar meze edilebileceğinin ibretlik bir anlatısı gibi de okunabilir bu Kore dizisi.
Aslında tüm bunların söylediği veyahut anlattığı şeylerden biri de hakikat sonrası çağ denilen günümüzün, hilkat garibesi bir rejime tahvil edilişinin fragmanıdır. Yeni dinler, yeni anlatılar, yeni takipler, yeni davranışlar ve duygular bizi bekliyor. Şimdilik genel kanı, iyiye gidiş yönünde olmadığı. Neden? Çünkü sürece yön veren şey kapitalizm ve onun araçları. Bu da, açıktır ki, bizi yeni mücadeleler ve direnişlerin varlığına zorlayacak, zorluyor.
***
Aslında yazacağım konu bu değildi, Çehov hikayesinin hatırlattığı ikinci bir şey üzerine konuşmak istiyordum uzun uzun.
Neyse, sevgili halkımızın da hoşgörüsüne sığınarak, iki kelam ederek kapatayım mevzuyu.
Hikâyenin tartıştığı ve anlattığı kişiliklerin, ki öyküde aslında birbirine dair genişçe konuşuyorlar. Çok dürüst olduğunu sandığınız anda ters köşe oluyorsunuz.
Hayattaki tüm değerleri ve inandıkları şey anlık bir kazanç üzerine tuzla buz oluyor.
Bir tercihin dayanılmaz hafifliği ve buna tutulmanın tahayyülü gerçekten büyüleyici.
Çehov’un masaya yatırdığı kişilik tam da AKP’nin yarattığı ve başımıza bela ettiği kişiliktir, daha doğrusu bir avatar olarak AKP denen kişiliğin kendisidir.
Bir şeyin öncesi ve sonrasına bakmadan, hesap kitap yapmadan, tüm gücü baştakilerin fütursuzluğundan alarak, iktidar yanılgısının şehvetine kapılarak ve tüm gidişat böyle gidecekmiş gibi çürümeye gözü kapalı atlayan, adeta ballı parmağa koşan bu türün inandığı şey de herkesin suçlu olduğu yerde kimsenin suçlu olmadığı gerçeğidir. Herkesin yolsuzluk yaptığı yerde kimsenin bununla suçlanamayacağı bilgisidir. Hele ki bunlar esas sorumlu olanlar ise…
O halde geriye, ‘bundan mahrum kalmak saflıktır’ gibi bir destur kalıyor.
Sonra mı? İşte birbirini yiyen yiyene…
Herkes birbirinin üzerine atlayarak boğacağı birini arıyor, başka yükselme ve kaznaç şansı yok çünkü. Herkesin elinde diğerinin aşına katacağı bir ‘zehir’ var. Bu zehir bir gün medyadır, bir gün politikacıların konuşmalarıdır vs. Durum tam da sonu gelmeyen bir metal korozyonu andırıyor.
Çehov’un hikayesindeki gibi demiryolu kenarında ölüler yatıyor ama tek farkla hepsi canlı.
Bilmiyorum, belki de hikaye yazmaya gerek duymayacaktı yazarımız…
(Yeni yılda sağlık ve başarı diliyorum herkese. Sevgiler.)