İsrail, Hamas’ın elindeki hava, kara ve denizden saldırı imkanlarını birleştirerek başlattığı, sivilleri de vuran “Aksa Tufanı” harekâtına, Gazze’yi topyekûn kuşatarak ve yerle bir ederek yanıt vermeye başladı
Orta Doğu tarihinin görüp göreceği en kanlı, en ıstıraplı, en kötü günlerin henüz başındayız. Gilbert Achcar’ın yazdığı gibi saldırı ilk adımda “İsrail’in Filistin halkıyla ilişkilerinde ve Filistinli gerillalarla mücadelede elde bir saydığı güvenlik ve cezasızlı[ğı] ağır ve onarılamaz bir biçimde tahrip [etti].” Uzağı görebilenler için “İsrail halkına ve devletine savunmasızlıklarını ve barış olmadan güvenlik, adalet olmadan barış olamayacağı hakikatini kuvvetle hatırlat[tı].”
İsrail iç istihbarat teşkilatı Şin Bet’in eski başkanı Ami Ayalon’un Fransa’da yayımlanan Le Figaro gazetesine verdiği demeç, meslekten bir güvenlikçinin “Aksa Tufanı” sonrasındaki ibret verici “aydınlanma”sını yansıtıyor. Ayalon, her şeyin başının İsrail’in “bugün dahi Filistinlilerin bir millet olduğunu kabullenmeyi redde[dişi olduğunu]” hatırlatıyor. “[Oysa] onlar için ekonomik kalkınma yeterli değil. Özgürlük istiyorlar, işgalin son bulduğunu görmek istiyorlar.”
Ayalon, “Eğer Filistin sorunu bir Filistin devletinin kurulmasıyla çözülmüş olsa hafta sonu olanlar önlenebilir miydi?” stratejik sorusunu da “akılcı” bir biçimde yanıtlıyor: “Evet elbette [önlenebilirdi]” diyor.
“İsrail’deki güvenlik konseptimize bir bakın. 50 yıl önceki Yom Kippur savaşına değin toprağı barışa tercih etmiştik. Barış umurumuzda değildi. Hedefimiz güvenlikti […] Mısır’la ancak Yom Kippur travması nedeniyle barış yaptık. Filistinlilerle önce Madrid, ardından Oslo’da müzakerelere ancak birinci İntifada nedeniyle başladık. Nihayet Lübnan’dan yalnızca Şii terörü ve intihar saldırıları nedeniyle çıktık. Gazze’den sırf ikinci İntifada nedeniyle çekildik. Bütün bu durumlarda uluslararası camianın büyük rolü oldu. Şimdi bir trajedinin orta terindeyiz ve kimsenin umurunda değil. Kimseyi suçlayamayız. Bizi bize rağmen kimse kurtaramaz.”
Ancak bu “aydınlanmış” güvenlikçi dahi, ne kadar “[İsraillilerin kendilerine] bir Filistinli muhatap bulacak şekilde politikalarını değiştirmeleri”, “Filistinlilerle iki devletli çözümü müzakere etmeyi mümkün kılacak bir gerçeklik yaratmaları” gerektiğini savunursa savunsun “Bugün hiçbir İsrail hükümeti[nin] bunu yapmayı kabul edemeyeceği” sonucuna varmaktan kendisini alamıyor.
“Böyle yapılmazsa şiddet[in] tırman[acağını]” biliyor ama onun için de, Benyamin Netanyahu hükümeti için olduğu gibi “İsrail’in yıkılan caydırıcılığının onarılması” şart ve sonunda İsrail’in “Hamas’ın askeri kapasitesini ortadan kaldırması” gerektiği konusunda onlarla hemfikir ve “Bir kara harekâtı dışında alternatif [olmadığı]”ndan emin. “İki milyon insanı bombardımanlarla öldüremeyiz.” diyor.
İşte, Tel-Aviv’de cehennemin kapıları ardına kadar böylece açılıyor. Otoriter devletlerdeki bütün güvenlik krizlerinin başlangıcında olduğu gibi siyaseten kararlı, onurlu ve insanlığın büyük ideallerine bağlı Komünistler, demokratlar, özgürlükçüler, insan hakları savunucuları, antifaşistler dışında, ürkütülmüş, içleri intikam iriniyle doldurulmuş, baştan sona ırkçılığa batarak sağlıklı düşünme yeteneklerini yitirmiş bir kitlenin basıncı altında İsrail toplumu adım adım Savunma Bakanı Yov Gallant’ın tercüman olduğu çizgi üzerinde hizalanıyor.
Gallant, “kara harekâtı” öncesinde 2,3 milyon insanın yığıldığı “Gazze şeridini tam kuşatma” emri veriyor: “Elektrik yok, yiyecek yok, su yok, yakıt yok. Her şeyi kapatıyoruz” diyor. “İnsan suretinde hayvanlarla savaşıyoruz ve ona göre hareket edeceğiz.”
Ayalon’un “insan suretindeki hayvanlar”ı, “Hamas’ın askeri gücü”yle sınırlamadığı apaçık. Bu tabirleri mazur görerek ilk günden beri Hamas’ın sivillere yönelik öldürme ve rehin alma uygulamalarını öne çıkaranların bir egemen apartheid devletinin çoktandır rehin almış olduğu bütün bir halkı “insanlıktan dışlaması”nın nasıl sınırsız şiddet ve dehşeti davet ettiğinin hiç farkına varmamış olduklarını düşünmek saflık olur.
Bu, Yannis Varufakis’in işaret ettiği gibi “on yıllar boyunca [olduğu gibi], sorun burada değilse, insanlar kameranın kapsama alanının dışında ölüyorsa ve ölenler işgalciler değil, Filistinlilerse [ağızları] kapatarak bu insanlık suçuna ortak ol[maktan]” başka bir şey değil.
Hamas hangi saiklerle başlatmış olursa olsun, 7 Ekim saldırısı, İsrail Devleti’nin nesnel tabiatı ve güvenlik doktrinleri dolayısıyla Gilbert Achcar’ın öngördüğü şekilde “[…] İsrail hükümetinin elini muazzam bir kanlı misilleme için kaçınılmazca serbest bırakıyor ve sivillere büyük bedeller ödeterek Hamas ve müttefiklerini Gazze Şeridi’nden söküp atmaya teşvik ediyor.”
Büyük bir trajedinin eşiğindeyiz. Bu dönüm anında, Hamas’ın saplantılı taktiklerinin muhtemel “askeri” sonuçlarının direniş saflarında yol açacağı tartışmalar ne olursa olsun, gündemdeki meselenin odağında İsrail’in Gazze ve tüm İşgal Altındaki Topraklar’da oluşturduğu “Bantustanlar” [beton duvarlarla çevrilerek ayrılmış cepler] ile icra edegeldiği apartheid rejimi ve Filistinlilerin bir millet olmaktan ileri gelen doğal hakları arasındaki çatışmanın yer aldığı ve bu çatışmadan direnişin kazançlı çıkmasının ortak hedef olduğu dikkatten kaçırılmamalı.
Hamas’ın Filistin direnişindeki ikili karakterini FHKC liderlerinden Leyla Halid yıllar önce yaptığımız bir söyleşide şöyle özetlemişti: “Hamas’ın dinci olması sivil hayata din hükümlerini dayatmadığı sürece bizim için sorun değildi” diyor Leyla. “Dindarmışsın, dindar ol istediğin kadar yeter ki İsrail’le savaşa devam et.”
“Halk Hamas’ı seçti ve buna saygı gösterdik. Ama onların ayrı bir gündemi var. Filistin davasından çok İslam davası güdüyorlar… Kadınları toplumsal yaşamdan koparıyorlar. Kız çocuklarının öğrenim görmesini teşvik ediyorlar ama evde oğullarını ‘iyi yetiştirsin’ diye, toplumsal hayata katılsın diye değil.”
Bununla birlikte bu tespit Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin (FHKC) 7 Ekim’de başlayan “Aksa Tufanı” yanında yer almasına engel olmadı. Gazze’deki bütün direniş güçleri süregiden çatışmada İsrail’in apartheid rejiminde “insan suretindeki hayvanlar” kategorisine girdiklerinin idrakinde, Filistin’de insanlığın kazanması uğruna dayanışıyorlar.
Tarihin istihzasına bakın ki, zamanında direnişin bölünmesi için Filistin’in seküler ve demokratik güçlerine karşı Hamas’a destek veren ve Gazze’de bir İslami düzen kurulsun diye para musluklarını açan Erdoğan rejiminin bugünkü tarihi karar anında Filistin’e sunabildikleri şundan ibaret: “[…] Gün fevri değil, devlet aklıyla, soğukkanlılıkla ve insanlık vicdanıyla hareket etme günüdür. Türkiye olarak tarafların talep etmesi halinde esir takası dahil her türlü arabuluculuğa hazır olduğumuzu belirtmek isterim.”
Erdoğan’ın “Aksa Tufanı”nın ertesi günü “İnsanlığın en eski yerleşimlerine, medeniyetlerine beşiklik eden Kudüs merkezli coğrafyadaki her kökenden ve inançtan insanlar ecdadımızın idaresinde asırlarla barış ve huzur içinde yaşamıştı” diyerek Filistinlilere tarihteki en güzel günleri olarak Osmanlı boyunduruğu dönemini hatırlatması boşuna değildi: Gözü her zamanki gibi, çatışmadan kâr sağlamakta, mazlumu himaye eder görünerek, zalimle pazarlığa oturmaktaydı.
Gilbert Achcar’ın haklı olarak işaret ettiği gibi Filistin halkının güveneceği bölgesel destek, Erdoğan rejimi gibi “zalim hükümetlerin” değil, bu baskıcı rejimlere karşı mücadele eden halkların desteğidir. Kürt halkını dört parçada boyunduruk altında tutanların, Filistin’e sunabilecekleri, esaretin son bulması değil “esir takası” olabilir ancak.