Biz ekolojistler önümüzdeki süreçte iki önemli sorunla karşı karşıya kalacağız. Bu başlıklardan biri orman yangınları, diğeri turizmdir. Daha önce orman yangınları ve nedenlerine değindim. Çok detaylı olarak gerekçeleri de açıkladım. Bu yazımda daha çok bizi bekleyen endüstriyel turizm saldırılarından bahsedeceğim.
Daha önce de süreçlerden kaynaklı olarak bölgeye yapılması planlanan tarih, kültür, doğa ve hatta sömürgeciliği legalleştirsin diye ekolojik turlar adı altında fizibilite ve tespit turları yapıldı. Özellikle bölge sermayesi endüstriyel turizmdeki büyümeyi tatlı dil ve cümlelerle çoğu yerde akademisyenlerin ağzından çoğunca bizlere duyurdu. Samimiyetsiz; doğa insan, kültür ve tarih korumacılığından uzak, büyüme ve sömürü odaklı yaklaşımlar olduğunu bizler de dillendirdik.
Bölgenin kalkınmasının motorize gücünün turizm olduğu söylemi ile bu kapsamda Dersim, Van ve birkaç noktada doğa ve kültür festivalleri adı altında çalışmalar yapılmaya başlandı. Tarih üzerinden saldırılar özellikle Diyarbakır ve Mardin hedef alanındı. Ve tur isimleri farklı olsa da sermayenin büyümesi adına söylemlerde yumuşamalar olarak ve ekonomik bahanelerle sömürülmeye çalışılacaktır. Konu, yaklaşım tarih ve kültüre sahip çıkmak ise; Ilısu Barajı ile Hasankeyf, Silvan Barajı ile Gelîyê Godernê, Atatürk Barajı ile Newala Çorî, Batman Barajı ile Çemî hola sular altında bırakılarak toplumların tarihini ve kültürünü yok etmemeleri gerekirdi.
Sistem iki yönlü yaklaşım gösteriyor; kendinin kabul ettiği ve egemenler tarihi dediğimiz Sümerlerle başlayan tarihe ve kapitalist sisteme uygun tarihi ve kültürel varlıklarını koruyor. Bunu da genellikle kendilerinin kurduğu ve finanse ettiği kurumlar yoluyla yapıyor. Bu çerçeve dışında kalan alanları ise ya kazıları başlamadan bitiriyor ya da kazıyı gerçekleştirip gizleyerek gündem dışı bırakıyor. Koruma altına alma ve koruma görevini aksatarak gündemden düşürüyor.
Çayönü antik kenti bu konuda önemli bir örnektir. Diyarbakır Ergani ilçesi Dicle Nehri kollarından olan boğaz çayı kenarında yer alan bu alanda kazılar 1963’te başlıyor, sonra durduruluyor. 1986’da tekrar başlayıp 1990’ların başında güvenlik bahane edilerek üstü kapatılıyor. Çok az bir kısmı gün yüzüne çıkartılıyor ya da bizlere öyle söylenerek bulunan bulgular gizleniyor. Çayönü basına yansıyan bilgilere göre 9 bin 500 yıl önceye uzanan bir tarihe tanıklık ediyor. Bu tarih bile sistem yürütücüsü egemenlerin tüm hesaplarını altüst etmeye yetiyor, daha eskilere giden köklü bir yerleşim yeri olduğu saklanamayacak bir gerçek olarak önümüzde duruyor.
Gündemden düşürülme çalışmaları devam ediyor olsa da tarihsel olarak bilinen; buğdayın ilk ekilip biçildiği, hayvanların evcilleştirildiği dönem olarak kayıtlara geçmiştir. 9 bin 500 yıl önceki yerleşim yerinde bölgede bulunmayan bir çakmaktaşı türü ile obsidyona çokça rastlanmış olması daha köklü ve derinliği olan bir yerleşke olma olasılığının kanıtıdır. Güncele gelirsek 9 bin 500 yıl gibi akla hayale uzak bir zaman dilimine tanıklık eden bu yapı 1. Derece Sit Alanı ilan edilmiş olsa da sorumlu kurum ve kuruluşların yaklaşımı tamamen yüzeysel, yapmacık ve Çayönü antik kentini anlamaktan uzak bir yaklaşımdır.
Bu ve saydığım diğer yerler kendi paradigmasını tümden yok edebilecek verilere sahip olduğu için buralara dair sahiplenmeleri de az hatta hiç yok denilebilecek bir seviyededir. Bu demek değildir ki endüstriyel turizmin sömürüsüne açılsın, sahiplenilsin ve bir daha egemenler tarihinin son bulduğu bir tarihsel-kültürel kanıt olarak halka açılsın, sermaye ve onun yandaşı kurumlar uzak olsun. Yerel yönetimler hızlı bir şekilde sermayenin bu alanda yapacağı saldırılardan önce ne için kim için temelli turizme dair panel, çalıştay ve forumlar yaparak sermayenin sömürü ve saldırılarına alet olmadan bir turizm politikası üretmelidir.
Yerel yönetimler, hızlı bir şekilde sermayenin bu alanda yapacağı saldırılardan önce ne için kim için temelli turizme dair panel, çalıştay ve forumlar yaparak sermayenin sömürü ve saldırılarına alet olmadan bir turizm politikası üretmeli