Keşke biraz daha cesaretli olsaydı yönetmen Andrews ve keşke biraz daha gerçeğe yaklaşsaydı. Gerçek çok çıplak çünkü! Ruhunu paramparça ettiler onun, Jean Seberg’in. Hizadan çıkmanın, aykırı olmanın bedelini acımasızca ödettiler
M. Ender Öndeş
Çok ama çok izlemek istediğim, fakat salona girerken bir o kadar da huzursuzluk hissettiğim bir filmdi Seberg. Bir tür saplantılı platonik aşk deyin isterseniz buna, itiraz etmem. Öteden beri Jean Seberg ismi beni hep heyecanlandırmış ve hüzünlendirmiştir. Bilgisayarıma indirip kaydettiğim fotoğrafına bile ‘Ahh!’ diye isim vermişim, o kadar yani! Yalnızca kolay kolay unutulmayacak yüz ifadesinden ötürü değil, yaşadıkları ve ona yaşatılanlardan ötürü de tuhaf bir bağlılık hissetmişimdir hep. Üç yıl önce gazetenin ‘bellek’ köşesinde ‘Linç edilmiş bir ruh’ başlığıyla onun hayatını yazmak için araştırma yaparken de hep içim burkulmuştu. Bir parçacık çizgi dışına çıkmaya deneyen özgür bir ruhun nasıl soğukkanlı bir vahşetle darmadağın edildiğini okudukça kahır birikmişti içimde.
Filmi izlemeye giderken içimdeki sıkıntı da yönetmenlerin-yapımcıların ticari kaygılarla bu ruhu incitme ihtimaliydi. Hatta size tuhaf gelebilir, Seberg’i canlandıran oyuncunun (Kristen Stewart) fotoğrafına bile takmış, Seberg’in yüzündeki o çok özel ifadeyi tutturamayacağını düşünerek üzülmüştüm. Nitekim öyle de olmuş yani. Oyunculuğa evet, tamam, öptük başımıza koyduk, ayrıca sinemada öyle ‘aynısının tıpkısı’ filan olmaz falan filan ama benim durumum da bu işte! İnsan sevdi mi seviyor!
‘Aptal sarışın’ olmayınca…
Sinema tarihinin çok erken kaybedilmiş en iyi oyuncularından Jean Seberg’in yaşamından bir kesiti anlatıyor film. 1957’de 18 bin aday arasından seçilerek Jeanne d’Arc’ın canlandırıldığı “Saint Joan” filmiyle işe başlayan Seberg, ‘Serseri Aşıklar’, ‘Günaydın Hüzün’, ‘Lilith’ gibi birçok filmle tanınmış ama en az filmleri kadar ‘sarışın bebek’ klişesinden çok uzakta duran karakteri ve siyasal aktivitesiyle de dikkat çekmişti.
Sorun da zaten tam buydu! Bir süre sonra, siyah hak ve özgürlük hareketlerine ilgi duyan ve ciddi yardımlar yapmaya başlayan Seberg, Hollywood’un üstüne bir kâbus gibi çöken FBI Başkanı Hoover’ın kara listesine girdiğinde, bir ucu intihara kadar giden iğrenç bir süreç başlayacaktı. Film, işte bu süreci anlatmayı deniyor ama oldukça sıkıntılı bir şekilde. Senaryoyu Amerikalı seyircinin hazmedebileceği (filmin satılabileceği!) dozda yapıyor bunu. Örneğin 1950’lerden başlayarak yaratılan FBI histerisinin atmosferi yeterince hissedilmiyor filmde. Acımasızlıkları ve sinsilikleri anlatılıyor ama karşı taraftaki tablo birkaç siyah-beyaz arşiv görüntüsüyle geçiştirildiği için seyircinin kafasında tam bir yere oturmuyor. “Harlem’i eroinle çürüttüm” diye övünen bir adamdan, Hoover’dan söz ediyoruz, rastgele biri değil o!
Zayıf bir arka plan
Öte yandan, sözü edilen dönemin çok sert mücadele ortamı da görülmüyor perdede. Örneğin Seberg’in asıl yardım ettiği büyük ölçüde Marksist eğilimli Kara Panterler Partisi (Black Panters Party – BPP) gölgede kalırken, Hakim Jamal gibi karakterler, Seberg’le ilişki anlamında da öne çıkarılıyor ve belki de gerçeğin yarısı anlatılmış oluyor. Böylece dönemin de Seberg’in de nereye oturduğu tam anlaşılmadan kalıyor. Öyle ki Seberg, birdenbire aklına esip siyahlara yardım etmeye karar veren biri gibi duruyor. Onun entelektüel birikimi ve kişisel tarihini göremediğimiz için, bir yerden bir yere geçişinin süreci ve sebeplerini de anlayamıyoruz. Öte yandan, iki adet Goncourt ödülü sahibi büyük yazar Romain Gary’i bize ‘iyi huylu bir koca’ ve ‘konu mankeni’ düzeyine düşüren film, böylece o cephedeki entelektüel arka planı da atlamış oluyor. Bu arada, seyirci ‘eğitim şart’ dışında bir şey söylemeyen Jamal karakterine odaklanırken, Bobby Seale gibi BPP liderleri sahneden şöyle bir görünüp geçiyorlar, akılda kalan ise yönetmenin araya sıkıştırdığı Müslüman motifler oluyor. O günlerin siyah hareketinde Müslümanlık önemli bir figür elbette ama her şey ondan ibaret de değil.
Ama iyi insanlar da var (mı?)
Savaşabilecek kadar güçlü bir kadın değil Seberg, teslim olacak kadar da alçak değil ama. Koca bir devlet makinesinin çevirdiği dolaplar, kirli gazeteciler, iğrenç iftiralar, hepsi hepsi üstüne geliyor onun ve dengesini bozuyor sonuçta. Çizgiden çıkmanın bedelini acı bir şekilde ödetiyorlar Seberg’e. Kadın olmanın bütün dezavantajlarını da yaşıyor elbette; her saniyesi fotoğraflanır her cümlesi kaydedilirken, en özel anları soytarı gazetelerin malzemesi oluyor. Eninde sonunda her şey, 8 Eylül 1979 sabahına kadar gidiyor. Cesedi Paris’in bir ara sokağındaki arabasında bulunduğunda, yanında boşalmış bir uyku ilacı kutusu ve kısacık bir intihar notu kayıtlara geçiyor: “Diego, sevgili oğlum, beni affet. Artık yaşayamıyorum.”
Gerçeğe saygı duymak
Ama anlaşıldığı kadarıyla yönetmen Benedict Andrews’in midesi o kadarını kaldıramamış ya da en başta söylediğim gibi filmi ‘hazmedilebilir’ hale sokmak istemiş. FBI’ın iftiralarını yanıtlamak için prematüre doğan ve iki gün yaşayabilen bebeğiyle yaptığı korkunç basın toplantısını -ki o Seberg’in gücünün son barutudur, daha sonra tutunamaz artık- epey bir hafifleterek (ölü bebek olmaksızın!) vermesi bunun tipik bir örneği. ‘Yapılanlara isyan eden genç bir FBI ajanı’nı (!) hiç yoktan icat edip, bir tür ‘Amerikan Vicdanı’ olarak hikâyeye monte etmesi ve o karaktere neredeyse Seberg kadar yer vermesi ise işin iyice abuk sabuk kısmı. Yok öyle bir vicdan! Bildiğin eziyorlar kızcağızı! Öyle iyi poliskötü polis filan, boş işler hepsi! Koca bir makine harekete geçiyor ve buz gibi bir soğukkanlılıkla özgür bir ruhu dilim dilim doğruyor! Bu kadar net! Kıssadan hisse ise şu: Yakın döneme ait bir karakteri anlatmak isterseniz, gerçeğe daha fazla bağlı kalmalı ve gerçeğin çok cepheli yüzünü daha kapsamlı ve özenli ele almalısınız. Seyirciyi avlamak ya da konuyu onun ‘satın alabileceği’ bir hale getirmek için eksiltme ve çoğaltmalar yaptığınızda, klişeye yaklaşır, gerçekten uzaklaşırsınız. Başkasını bilmem ama bu beni sinirlendirir. Yeterince acı çekmiş bir insandan söz ediyoruz çünkü: Jean Seberg’den!
Künye
Yönetmen: Benedict Andrews
yuncular: Kristen Stewart, Yvan Attal
Süre: 102 dk.
Tür: Biyografi