“Zaten olayın ilginç yanı Kötülük değil, durumunun giderek daha vahim bir görünüm almasıdır.”
“Bu tarihi çöküşü, bu tarihi koma durumunu, geçeğin bu buharlaşıp yok olmasını engelleyebilecek önlemler alınabilir miydi?”
Baudrillard / Çaresiz Stratejiler
Kürtleri yurtsuz, kimliksiz, barışsız bırakma politikası iktidarı çaresiz stratejilerin kucağına itiyor. Yıkılmakla yüz yüze kalan duvarların dibinde oturma hevesi bu çaresizliği gündelik olarak üretiyor. Son bir haftada yaşadıklarımız bunun somut göstergesi. Kısaca hatırlarsak; Erdoğan geçen haftaki grup toplantısında Bahçeli’nin 1 Ekim itibariyle başlattığı tokalaşma sürecini tamamlayıcı bir çerçeve çizmiş; DEM Parti Ekim ayının başından bu yana barışçıl dile karşılık vererek dikkatli ve hassas davranmış; CHP genel başkanı Özgür Özel ise belki de iktidar dinamiklerinden daha büyük bir risk alarak barış konusunda net bir duruş sergilemişti. Bu süreçte PKK Lideri Öcalan ile uzun süre sonra aile görüşmesi gerçekleşmiş; Şenyaşarlar davası bu kısa aralıkta barış ile sonuçlanmıştı. Özetle kimsenin elinde bir yol haritası olmasa bile barış umudunun yeniden yeşerdiği sakin bir Ekim ayı geçirmiştik.
Bahçeli’nin 1 Ekim çıkışıyla start alan, DEM Parti ve CHP’nin pozitif yaklaştığı, Erdoğan’nın pek sonra tamamlayıcı ve kritik konuşmasını içeren sakin Ekim siyaseti; Esenyurt, Mardin, Batman ve Halfeti belediyelerine kayyımlar atanmasıyla yeniden eski kodlarına döndü. Savaşın ve şiddetin gölgesinde normalleşme emareleri gösteren demokratik siyaset alanı bir kez daha krize girdi. Fırsat penceresi olarak ifade edilen mesele, bir anda riske dönüştü. Bir taraftan Kürtleri yeni dünya düzeninde kaybetme kaygısı, diğer taraftan Kürtlerin kendi öz iradesiyle ayakta kalmasının yarattığı karmaşanın içinden çıkamayan irrasyonel devlet ve iktidar aklı yeniden hortladı. Malazgirt retoriği, kardeşlik siyaseti gibi birleştirici söylemler bir anda çöp oldu.
Korkunç olan şey yerel-bölgesel-küresel riskler karşısında bir fırsat penceresi olarak görülen “kazan-kazan” siyasetinden hızla uzaklaşılması. Bir tarafın sürekli kazanma hırsı, diğerini yok sayarak iradesi üzerinde tepinme hazzı ile birleşince kazan kazan olgusu tamamen alaycı bir retoriğe dönüşüyor. Birleşerek bir şeyi başarmanın hükmü tuzla buz oluyor. Barış, ortak yaşam ve dostluk-kardeşlik teorilerinin yerini baş döndürücü bir şekilde şiddet, kopuş ve düşmanlık teorileri alıyor.
Üçüncü dönem kayyım atamalarından anlaşılan o ki Ekim ayı boyunca iktidarın bahsettiği asıl mesele fırsat penceresi ve bölgesel-küresel riskler değil Kürtlerin büyüme korkusu. Kürt meselesinde devletin ve iktidarın yeni çözüm aklı burada sıkışıp kalıyor. Zira Erdoğan dün olduğu gibi bugün de Kürt meselesinde tüm süreçleri “din kardeşliği” metaforu etrafında dolandırarak, bu tarihsel bağlamı aşabilecek herhangi bir demokratik, adil ve çağdaş kardeşlik hukukuna mesafeli durmuştu. Çözüm sürecinde olduğu gibi, pozitif hukukla pekiştirilmediği sürece, soyut kalan söylem ve pratikler, kuru hamaset olarak “bir süreliğine” karşılık bulsa da günün sonunda bir anda yok olup kayboluyor. Nitekim Kürt meselesinde hep öyle oluyor. Malazgirt’in, Selahaddin Eyyubi’nin, Yavuz Sultan Selim’in, Çanakkale’nin tüm yollarının kayyıma çıkması bunun en somut yansıması. Bu yansıma aynı zamanda Kürt meselesinin devlet ajandasındaki en güncel özeti.
Aslında Malazgirt, Selahaddin Eyyübi, Yavuz Sultan Selim, Çanakkale gibi tarihsel kesitler sıradan hikayeler değil; fakat Kürtler ve Türkler arasında geçen bu süreçlerin, gerçek hayatta salt hamaset retoriğiyle sınırlı kalması, son kayyım atamalarıyla bir kez daha tescillendi. Kürtlerde genel algı şu: İşin düştüğünde kapımı çal, işin bittiğinde evimi başıma yık. Böyle kardeşlik olmaz. Kürtler her şeyden öte kendilerine insanca yaklaşılmasını ve iradesine saygı gösterilmesini istiyor.
Atanan kayyımlara gerekçe olarak belediye eş başkanlarının yürüyen hukuki davalarının gösterilmesi ise inandırıcılıktan uzak olduğu kadar insan aklıyla da alay eden bir gerekçe. Kürtleri (ve aslında ırkçılar dışında kalan Türkiye toplumunu) Ahmet Türk’e ya da bir başka belediye başkanına yargılandıkları davalardan dolayı kayyım atandığına ikna etmek neredeyse imkansız. Çünkü Kürtler hukukun ne kadar siyasallaştığını ve adil olmadığını görebilecek kadar politik bir halk. Diğer taraftan Ahmet Türk ve arkadaşlarının nasıl meşru bir mücadele yürüttüklerinin gayet bilincindeler. Yoksa kayyım riskine rağmen üç kez aynı insanı seçebilirler miydi? Kürtler için asıl mesele belediye falan değil, iradeye saygı. Elli bin defa kayyım atansa Kürtler yine gider Ahmet Türk ve arkadaşlarını seçerler. Bu hakikatin artık kabul edilmesi lazım. Çünkü adil, doğru, makul ve rasyonel olan budur.
Bir diğer nokta; Ahmet Türk, Ahmet Özer gibi siyasetçilerin kamusal alandan azledilmesi esasen devlet siyasetinde “Makbul Kürt” olayının çöküşünün ilanıdır. Kaynayan Ortadoğu kazanında kayyım atamaları ile Ahmet Türk, Ahmet Özer gibi siyasetçilerin bile makbul görülmeyen defolu Kürtler olarak kodlanması, nasıl bir Kürtlüğün tahayyül edildiğini gösteren öğretici, somut ve güncel bir gösterge olarak kayda geçti. Kürtleri kamusal yaşamdan azletme motivasyonunun halklar arasında kin ve düşmanlığı pekiştirdiğini kardeşlikten dem vuranlar görmemiş olmaz.
Esenyurt başta olmak üzere üçüncü kayyım süreci ile devletin çok hassaslaştığı, radikal düzeyde gel-gitler yaşadığı verilen aşırı duygusal tepkilerden, birbirine uzak ve örtüşmeyen kararlardan anlaşılıyor. Ortada taktik bir akıldan öte rasyonelliğini, tutarlılığını yitirmiş ve toplumu sürekli tedirgin eden bir akıl var. Esenyurt’un bayraklarla donatılarak, Kürtlerden fethedilmiş gibi bir korku yaratmanın gerçekten nasıl bir amacı olabilir? Kürtlerden bu kadar korkuyorsan nasıl kardeş olmayı düşünüyorsun? Kürtlere sürekli bayraklı göndermeler yapmak, aslında büyük bir provokasyon. Kürt siyaseti defalarca bayrakla herhangi bir sorunları olmadığını ifade etmesine rağmen bayrağı aktüel siyasetin payandası haline getirmek çaresiz stratejilerin bir parçası olsa gerek.
Ekim ayı içinde, demokratik siyaset alanında normalleşme iklimi devam ederken “çatışma çözümüne” (veya hiç durmayan savaş ve şiddet pratiklerine) dönük herhangi bir çağrı veya süreç işlemedi; ya da işlediyse de kamuoyundaki genel kanaat, bu sürecin sonuç alıcı bir aşamaya gelmediği yönünde. Kürt meselesinde savaş-şiddet olgusu ile demokratik siyaset alanı arasındaki denge hiçbir zaman istenilen düzeyde bir form yakalayamadı; ve barış süreçleri de bu nedenle her zaman akamete uğradı. Yine böylesi bir durumun yaşandığına dönük toplumsal sezgi güçlü. Eğer bu tez doğruysa bir kez daha görüyoruz ki çatışma çözümü alanında bir mesafe alınmadığı sürece demokratik siyaset alanındaki gelişmeler tuzla buz olabiliyor.
Sonuç olarak; yeni iktidar aklı yeni bir “Kürtlük tekeli” inşa etme stratejisini barış ile manipüle ederek yapmaya çalışınca hikaye erken patladı. Her iki halkın endişelerine odaklanan bir barış motivasyonu oluşmadı. “İkinci yüzyılı birlikte inşa edelim” denilse de pratikler bu söylemden uzak kaldı. Kandıran barış algısının güçlenmesinin gerçek barışa olan güven ve inanca büyük zarar verdiğini çok iyi bilmek lazım.
Açıkçası bir illüzyonun şiddetiyle karşı karşıyayız. İllüzyonun anlamı Latince “illudere” yani oynamak veya alay etmekten gelmektedir. Edebiyat profesörü I. Almond’a göre illüzyona aldananlar, doğruluğundan hiçbir zaman şüphelenilmeyen bir yalana tabi olurlar. Bir illüzyonun kurbanı olduğumuzda, bir şeyler bizimle oynamakta, bizi aldatmakta, bizi yanlış yönlendirmektedir. Barış bir illüzyon gibi bizlere başka hesaplar için yutturulmaya çalışılıyor. Hepimizin bu illüzyona aldanması bekleniyor. Oysa bizim illüzyonist barışlara değil gerçek ve onurlu barışlara; barış beklentilerini tutarlı ve pratik adımlarla besleyen güçlü zeminlere ihtiyacımız var.